Güneşten ışık alarak parlayan bir ayna düşünelim.
Bu aynaya düşen görev övünme değil şükürdür.
Yani, çevresindeki ışıktan mahrum varlıklara, “Bakın ben ne kadar parlağım! Sizde böyle bir ışık var mı?” diyerek övünmek, kendini methetmek değil, ışıktan mahrum varlıklara bakıp kendindeki aydınlık için güneşe minnettar olmaktır.
Başkalarının da onun bu ışığından sürekli söz etmelerini beklemek, bu sahada bir şöhret sahibi olmayı istemek de ona yakışmaz. Zira o ışık, onun kendi malı ve hüneri değildir. Ona düşen vazife tevazudur. Yani, “ Bu parlaklık benim değil, benim kendi kabiliyetimden gelmiyor, o bana güneşin bir ihsanıdır.” deyip tevazu göstermek, ışığıyla büyüklenme yoluna girmemektir; böyle bir yola girmekten sıkılmak, böyle bir iddiada bulunmaktan sakınmaktır.
O ayna, ışığıyla övünmeyi bir tarafa bırakıp kendisine yapılan bu ihsana karşı layıkıyla şükredememekten gelen bir mahcubiyet içinde bulunmalı, utanmalı, sıkılmalıdır.
İnsan da kendisinde görünen bütün güzelliklerin ve kemallerin İlâhî isimlere ayna olmasıyla gerçekleştiğini, bunun ise onun irade ve kudretiyle değil sadece ve sadece ALLAH’ın ihsanıyla olduğunu düşünmeli, övünme ve övülmeyi bekleme yoluna değil, şükür ve tevazu yoluna girmelidir.
Misâldeki aynanın kendi parlaklığıyla övünmek yerine, güneşin muhteşem ışığını görüp, onu methetmesi, ona şükretmesi gerektiği gibi, insan da kendisine ihsan edilen güzellikleri ve kemalleri kendi nefsine verip övünmek yerine, bunları birer ikram-ı İlâhî bilip ALLAH’a minnettar olmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder