28 Haziran 2012 Perşembe

iki havuz

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
1- De ki: Ey kâfirler.
2- Ben sizin taptıklarınıza tapmam.
3- Siz de benim taptığıma tapmazsınız.
4- Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim.
5- Sizler de benim taptığıma tapacak değilsiniz.
6- Sizin dininiz size, benim dinim bana.
Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki,
içinde iki unsur(Öğe,eleman) var ki her tarafa uzanmış kök atmış:
Hayır-şer, güzel-çirkin, nef’-zarar, kemâl-noksan, ziya-zulmet, hidayet-dalalet, nur-nar, iman-küfür, taat-isyan, havf-muhabbet
gibi âsarlarıyla, meyveleriyle,
şu kâinatta ezdad(zıtlar) birbiriyle çarpışıyor,
daima tagayyür(başkalaşma) ve tebeddülâta(değişimler) mazhar oluyor.

Başka bir âlemin mahsulâtının destgâhı(tezgâh) hükmünde çarkları dönüyor.
Elbette, o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri ebede gidecek, temerküz(birikme, toplanma) edip birbirinden ayrılacak,
o vakit Cennet-Cehennem suretinde tezahür edecektir.
Madem
âlem-i bekà(devamlı ve kalıcı olan âhiret ), şu âlem-i fenâdan(gelip geçici olan dünya âlemi) yapılacaktır.
Elbette, anâsır-ı esasiyesi(esas unsurlar) bekàya ve ebede gidecektir.
Evet,
Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten(yaratılış ağacı)ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve
şu silsile-i kâinatın(kâinattaki varlıklar zinciri) iki neticesidir ve
şu seyl-i şuûnâtın(olayların, oluşumların akışı, seli) iki mahzenidir ve
ebede karşı cereyan eden ve
dalgalanan mevcudatın iki havuzudur ve
lütuf ve kahrın iki tecellîgâhıdır ki,
dest-i kudret(ALLAH’ın kudret eli)bir hareket-i şedîde(şiddetli hareket)ile kâinatı çalkaladığı vakit,
o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır
Yukarıdaki pasajın ana konusu;
Dünya hayatının birbirine zıt iki unsurdan örüldüğüdür.
Hayır ile şer gibi, güzel ile çirkin gibi.. İşte bu iki unsur; bir ağacın, yani dünya ağacının iki dalı gibidir.
Bu iki dal uzanıp gidecektir. Birinin ucunda Cennet, diğerinin ucunda ise cehennem ortaya çıkacaktır.
Yani hayır ve güzel, Cennete; şer ve çirkin ise Cehenneme gidecektir.

26 Haziran 2012 Salı

Üç çizgi

“Ne istiyorsun?”
Anne çocuğuna sorar. Arkadaş arkadaşa. Terapist danışanına.
Ya da insan kendine sorar: “Ne istiyorsun?”
İnsan ne ister, diye düşünüyordum. Ne istiyorum, diye de.
Ne istiyorsun, diye sormaya görün. Bu masum sorunun cevapları bir anda dört bir yanınızı sarmaya başlar. İstekler, arzular, emeller birbiriyle yarışır. Her bir istek bu hengâmeden sıyrılıp öne çıkmak ister. İtiş kakış arasında, “Ben, önce ben,” diye haykırır durur…
İstekler, arzular, emeller, bendini aşmış bir baraj gibi taşar insanın içinden.
Bütün konuşmalara, insan hikâyelerine, tüm anlatılara kulak kabartın, kelimelerin altını kaldırın: aynı çığlığın yankısını duyarsınız: “İstiyorum! İstiyorum!”.
Ne istiyorsun?
Her şeyi ama her şeyi. Hadsiz şeyi.
Bir gün, yere bir çizgi çizer Kâinatın En Değerli Varlığı. “Bu insanı temsil eder,” der.
Önümdeki bir kâğıda bir çizgi çizdim (siz de çizin). Yanına “insan” diye yazdım.
Sonra bunun yanına ikinci bir çizgi daha çizip, “Bu da ecelini temsil eder” buyurur.
Önümdeki kâğıttaki “insan” çizgisinin yanına bir çizgi daha çizip yanına “ecel” yazdım.
İkinci çizdiği çizgiden daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra, “Bu da emeldir” der ve ilave eder: “İşte insan daha emeline kavuşmadan ona daha yakın olan eceli ansızın geliverir.”
Ecel ansızın gelivermeden geleceğini düşünmek bile emellerimizin ferini söndürür. Kim bu dünyada istediklerinin tümünü elde etmiş ki?
Emeller terazisinde bir aşağı bir yukarı yol alırız. Arzular, istekler bir sarmaşık gibi gelip gelmeyeceği meçhul bir geleceğe tutunarak sürgün verir. Akrep ve yelkovanlara tutunmuş arzular zamanın üzerinde yol alır. İsteğin dur durağı yoktur. Esnekliği ise sonsuzdur. Bir o yana bir bu yana eğilir arzular.
Çekişler dövmeye başlar emellerimizi.
Gölde günün son ışıkları gibi titreşip durur evrenin köşelerinde. Dünyanın dişlileri öğütür onları. Ufuktaki son çizgi gibi sönmeye yüz tutar. Gönlümüze gecenin ateşi düşer.
İkinci çizginin yanına “emeller” çizgisini çizerken aklıma şairin (Kaysın Kuliev) sözleri düşüverdi.
“Karanlığa nerde yakalanırsa kuş,/Durup dinlenirmiş, derler orda./Ya sen dur durak bilmeyen kuş/Yüreğim, sen nerde durursun acaba?/Denize kavuşan telaşlı ırmak/Durup dinlenirmiş, derler orda./Ya sen, soluk almadan akan ırmak/Yüreğim, sen nerde durursun acaba?”
İnsan yüreği nerede durur?
Sorumun cevabını Zamanın Bedii’nden aldım: “Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidadlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi (sonsuz saadeti) tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâ-ül hayatından (hayat suyundan) bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder.”
Sonra ölümün yanına “ebedi saadet” diye yazdım.
Ölüm emellerimize bu dünyada ulaşmayı engellerken, ebedi hayatta onlara kavuşmak için bizi sırtlayıp oraya götürüyor diye düşündüm.
Mustafa ULUSOY
Psiyatrist

25 Haziran 2012 Pazartesi

duyguların devre dışı kalması

İbtal-i his, insandaki duyguların devre dışı kalmaları olayıdır.
Mesela dişi çekilecek kişi normalde çok ızdırap çeker. Ama o bölge uyuşturulunca acıyı hissetmez.
İşte, küfür ve dalalet yolunda gidenler bir kısım oyun, eğlence ve uyuşturucularla ruh ve kalplerindeki manevi ızdırabı ortadan kaldırırlar, mutlu gibi görünürler.
İnsanın duygu ve cihazları ahiret alemine göre tasarlandığı için, dünyanın çeperi ve muhiti bu duygu ve cihazları sıkıyor ve boğuyor. Nasıl insanı bir metrekare gibi küçük bir yere hapsettiğimiz zaman, cesedi ve cesedindeki azaları bunalıp sıkılıyor ise, aynı şekilde insanın ahirete bakan binlerce manevi latifeleri, ahirete nispetle bir metrekare hükmünde olan dünyada sıkılıyor ve boğuluyor ve bundan dolayı da bir nefes almak istiyor.
Başta namaz olmak üzere ibadetler insan için bir nefes almak, bir teneffüs yapmak hükmündedir. Zira bu ibadetler dünya ile ahiret arasında bir köprü, bir pencere, bir tünel gibidir. İnsan bu ibadetler sayesinde o alemler ile irtibata geçebiliyor.
Namaza tekbir çekip başlayınca, dünya arkasında kalıp, ALLAH ile muhatap oluyor ve bir cihetle onun huzurunda el pençe divan duruyor. Bu yüzden "Namaz müminin miracıdır." denilmiştir.
İnsan namaz vasıtası ile
ALLAH ile konuşuyor ve ona arz-ı hacet ediyor.
Şu geçici ve zulumatlı ve boğucu olan ahval-i dünyevi içinde, elbette teneffüse muhtaçtır. Ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.

24 Haziran 2012 Pazar

mutluluk ve saadet

İnsanın kalp ve ruhu dünya ve onun içindeki her şey ile ilgili ve onlara duygusal bir yakınlık içindedir. Ruh ve kalbin bu ilgi ve duygusal yakınlığı eşya ile insan arasında bir ünsiyet ve ülfet oluşturuyor. Halbuki bu eşya çok seri ve süratli bir şekilde ölüme ve zevale gidiyor. Bu da insanın kalp ve ruhunda ciddi yaralara ve acılara sebep oluyor.
İşte eşyanın ölüm ve zevalinden gelen bu ciddi yara ve üzüntülerden kurtulmanın ve hakiki ibadet edilmeye layık olan ve bütün güzelliklerin kaynağı olan sonsuz rahmet ve şefkate yönelmenin ve ondan tam istifade etmenin en güzel ve en tesirli yolu namazdır.
Namaz, insanın kalp ve ruhunu kesretten vahdete, yani eşyadan,
eşyanın hakiki sahibi olan ALLAH’a çeviriyor.
Evet gerçek mutluluk ve saadet, eşyanın üzerinde yansıyan güzelliklere müptela olup, onların kaybolmaları ile üzüntü ve kedere düşmek değil, o eşyada yansıyan ve tezahür eden güzelliklerin hakiki kaynağı olan sonsuz cemal sahibi olan ALLAH’ı bulup ona namaz ile bağlanmaktır.
"Evet şu fani dünyada kemal-i süratle vaveylayı firakı koparan giden, ekser mevcudatla alakadar bir ruhun ab-ı hayatı ise; her şeye bedel bir MABUD-U BAKİ´nin bir MAHBUB-U SERMEDİ´nin çeşme-i rahmetine namaz ile tecevvüh etmekle içilebilir."
Yâ RABBî!
Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre bize muâmele eyle.
Yâ RABBî!
Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azab arslanını bize saldırtma.
Yâ RABBî!
Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatâlarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen hidayet et ve duâmızı kabul buyur.
Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin.
Ey ihsânı çok olan RABBim!
Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.
Ey affetmeyi seven RABBim!
Bizi magfiret et. İsyân derdimize çâre eyle.
Ey yardım isteyenlerin yardımcısı!
Bizi hidâyete çıkar.
Yâ RABBî!

Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme. Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir.
Ey affı çok olan, günahları örten RABBim!
O günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâb etme.
AMİN

23 Haziran 2012 Cumartesi

taktik meselesi

Musibetlere karşı SABIR
İbadete karşı SABIR
Günahlara karşı SABIR
İki düşman ordu karşı karşıya geldiği zaman, ordunun başındaki komutan, ordusunu savaş durumuna getirir. Ordusunun nerede ve ne şekilde duracağını ayarlar. Ordusunu düşmanın vaziyetine göre şekillendirmek yerine, ya düşman şuradan buradan saldırır endişesiyle oralara birlik gönderirse, ordunun ana karargahı zayıflar.
Mesela, düşman ordusu, birliklerini tek merkezde toplamış, saldırmak için beklediği bir anda, karşı komutan sağ ve sol yönlerden saldırma imkanı var diye, ordusunu üçe bölüp, sağ ve sol taraflara birliklerini dağıtsa, ordunun merkezi zayıf düşecek, düşman da bunu anlayıp, zayıf olan merkeze saldırıp, savaşı kazanacak. Bu komutan, vehimler üzerine değil de, bilimsel veriler ve askeri sanat teknikleri ile hareket etse idi, merkezi zayıf bırakmaz ve savaşı da kaybetmez idi.
Mesela, ibadetler için, sabır ve metanet ordusunu, yani kuvvetini, geçmiş ve gelecek zamanlara harcayıp tüketilse, şimdiki zamana mecal ve kuvvet kalmaz.
Yani insan der: “Önümde daha şu kadar ömür var. O ömür içinde de şu kadar namaz var. Bu kadar namaz nasıl kılınır." deyip, sabır ve dayanma gücünü bu gelmemiş zamana dağıtsa, o anki ibadete kendinde güç ve kuvvet bulamaz. Buna namaz ibadeti örnek verilebilir.
Halbuki geçmişin sıkıntısı gitmiş, sevabı kalmış. Gelecek ise daha gelmemiş. Öyle ise bunları düşünüp, sabır kuvvetimizi heba etmenin bir anlamı yoktur. Biz ibadet noktasında sadece o anımızı düşüneceğiz. O zaman sabır kuvvetimiz ibadetin altından kalkar. O sersem komutan gibi evham yüzünden merkezi boş bırakıp, kuvveti sağa sola dağıtmamış oluruz.
[Komik] Savaş Karikatürü
Timur'a demişler ki; 'yahu her harbi kazanıyorsun. Bu ne iştir? Yıldırım Bayezid'i mağlub ettin. Bu ne haldir? ' demişler. Timur, soruyu soran adama demişki; 'parmağını ver' Adamın parmağını alıp kendi ağzına götürmüş, kendi parmağını da adamın ağzına götürmüş. İkimizde ısıracağız. Harb bir ısırma sanatı dır.' demiş. Ve ikiside ısırmaya başlamışlar.

Bir süre sonra Timur'un karşısındaki adam dayanamayınca 'aaaaaahhh' demiş ve bağırmak için ağzını açmış. Timur elini adamın ağzından çekmiş. Ama adamın parmağını ısırmaya devam etmiş. Bir müddet daha bağırttıktan sonra bırakıvermiş.

Demiş ki; 'İşte sabır budur. 'Aaaa' demek sana fayda vermez, bana fayda verir. İşte sabır budur.

Yani belalara karşı, ibadetlere karşı sabır, haramlara karşı sabır, helallara karşı sabır. İşkenceye karşı sabır, Allah'ın lütfettiği nimetlere karşı da sabır. İlim öğrenmeye karşı da sabır.
Kişinin birtakim olumsuz durumlarla karşilastiginda, 'isyan etmeden' tevekküle debilmesi,
'bunda da bir hayir vardir'ALLAH böyle murat etmiştir' diyebilmesi, gercek anlamda 'Sabir'dir.

Umûrun HAKK'a tefvîz et

Umûrun HAKK'a tefvîz et
(Sen işlerini ALLAH'a havâle et)

İnsan aciz ve tahammülsüz bir varlık olduğu için,

şikayet ve sızlanmaktan

kendini kurtaramaz.

Bu sebeple insanlara; "Şikayet etmeyin, sızlanmayın." demek yerine,
"ALLAH’ı aciz kullara şikayet manasına gelen isyan yerine, derdini ve halini ALLAH’a şikayet et." denilmelidir. O zaman hem dert ve musibetler merciine şikayet edilmiş olur, hem de o tahammülsüzlükten gelen sızlanma ve şikayet ihtiyacı meşru bir şekilde tatmin edilmiş olur. Bu avam insanlar için temel bir ölçüdür.
Nitekim, şu ayet bize bu hususta güzel bir örnek teşkil etmektedir:
"Ben derdimi de, üzüntümü de ancak ALLAH'a şikâyet ederim dedi..." (Yusuf, 12/86)
Nasıl iman ve ibadetlerin nihayetsiz makam ve dereceleri varsa, aynı şekilde sabrın da nihayetsiz derece ve makamları vardır. Büyük zatların sabırları ağaç ise, bizimki de küçük bir fidan veya çekirdek olabilir. Bu yüzden kusur etsek, derhal tövbe ile temizlemeli, şikayetimizi de ALLAH’a tevcih etmeliyiz. Yoksa aciz ve çaresiz kullara ALLAH’ı şikayet etmenin hiçbir faydası olmadığı gibi, zararı çok çetin olur.
 
Ağlama ve sızlanmayı onun kapısında yapmak güzel bir kulluk iken, sair insanların nazarında yapmak isyan ve fısk oluyor. Yalnız, derdimizi şikayetsiz olarak birileri ile paylaşmak sabra muhalif olmaz. Zira ALLAH devayı sebepler eli ile gönderiyor. Biz bütünü ile sebeplerden yüz çevirir isek, adetullaha muhalefet etmiş oluruz.
Mesela, bir yerimiz ağrıyor, ama sabra muhalif olur zannı ile hekime müracaat etmiyoruz. Bu sabır değil, eziyet olur. Şikayet etmeden, devayı sebeplerde aramak caizdir, sabra muhalif olmaz.

daha çok kalitesiz & az kaliteli

Kemiyet; adet çokluğudur. Keyfiyet ise; bir şeyin esası ve kalitesidir.
Kemiyet ile keyfiyet, birbirlerinin zıddıdırlar.

Kemiyet; daha çok kalitesiz ve bol miktarda bulunma anlamında kullanılır.
Keyfiyet ise; az bulunur, ama kalitelidir.
Mesela; elmas ile kömürde, kömür boldur ve kalitesizdir, elmas ise azdır ve kalitelidir.
Bin ton kömürün olmasından, yüz gram elmasın olması evladır.

İnsanlar arasında da bu mana geçerlidir.
Kalifiye ve keyfiyetli bir eleman, kalifiye olmayan ve keyfiyetsiz bin elemandan evladır. Keyfiyetli bir insan, bazen keyfiyetsiz bin elemandan daha fazla iş yapar ve daha verimli olur. Bu maddi manevi her alanda aynıdır. ALLAH da insanların sayı ve adet çokluğuna değil, iman ve ibadet noktasından keyfiyetine bakıyor. ALLAH katında bir milyar avam Müslüman, keyfiyetli olan bir Hazreti Ebu bekir (r.a) kadar önem kazanamaz.

Kainatta tekamül ve ıstıfa(Ayıklanma, seçim) hakikati vardır.
Kainatı büyük bir fabrikaya benzetecek olursak, bu fabrikanın en büyük amacı; en mükemmel ve en keyfiyetli mamulü seçerek ve eleyerek bulmaktır. Kainatın dizaynı bu amaca uygun bir şekilde tanzim edilmiştir. Nasıl altın arayan bir tesisin kuruluş amacı; altını ıstıfa edip, değersiz madenlerden ayırmak ise, kainat fabrikasının amacı da; ALLAH katında en keyfiyetli ve mükemmel mamulü yani HZMUHAMMADSAV’ı bulmaktır. ALLAH bu noktada kainatı en keyfiyetli olanı bulmak üzere, yoktan var edip tanzim etmiştir.
"Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye (Kimyasal muamele) görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa (Filizlenmeye başlamazsa), yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, "Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu"? Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz."

"Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, "Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu"? Hayır, öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı."

21 Haziran 2012 Perşembe

İnsanın sorumluluğu

ALLAH her insanı temiz bir fıtrat üzere özünde iyi olarak yaratmıştır.
Her insanda iyiliğe olduğu gibi kötülüğüde meyil vardır. İnsanın sorumluluğu bunlardan hangisine ağırlık verdiğiyle ilgilidir. ALLAH her insanı potansiyel bir Ebu Bekir olarak yarattığı gibi potansiyel bir Ebu Cehil olarak da yaratmıştır.
Peygamberler istisna tutulursa genel olarak bu böyledir. Çünkü ALLAH adildir, zulmetmez.

Ama her insan kendisindeki iman filizini büyütememekte, bazılarıda tamamamen bunu kurutmaktadır. Kötü meyillerin verilmesi veya nefis ve şeytanın musallat olması ise hayırdır. İnsan meleklerden farklı yüksek makamlarada çıkabilir, alçak mertebelere de inebilir. Kainatın kurulması ve hayatın devamında asıl amaç kamil insanı netice vermesidir.
İnsanın yüksek mertebelere çıkıp kamil insan olması için, kötü meyillerine, nefsine ve şeytana muhalefet etmesi, gerekmektedir.
Bu olmasaydı melekler gibi makamı sabit kalırdı. Halbuki sabit makamlı melekler çoktur.

Bu meyillerden dolayı bir kısım insanların cehennem girmesininde kıymeti yoktur. Cehenneme girenler iki seçenekten kötü olanı seçmişlerdir ve buna müstehak olmuşlardır.
ALLAH bu meyilleri veya nefis ve şeytanın tasallutunu derecelerini yükseltip kamil insan olmaları için vermiştir, cehenneme girmeleri için değil.
ALLAH bazı insanları cehennem için yaratmamıştır. Aksine cehennemi bazı insanlar için yaratmıştır. Mesela, bir devlet hapishane yapar, ama bu hapishaneyi falan falan insanlar içeriye tıkılsın diye yapmaz. Bu hapishaneyi kim hakkederse onu içine almak için yapar. Aynen bunun gibi, ALLAH hakkedenlere cehennemi inşa etmiştir. Yoksa “falan insanlara cehennemi hazırladım demek” CENAB-I HAKKın adaleti ve hikmetine uymaz. Çünkü bu gibi insanlar hiç cehennemi hak etmemişlerse itiraz hakları olur.

20 Haziran 2012 Çarşamba

Hayat ve eşya RABBinin yazar bozar bir tahtasıdır

MODERN ZAMANLAR yoksulluğun yerildiği varsıllığın övüldüğü zamanlardır.
İnsan için cesedini daha konforlu yaşatabilmek dışında bir gayeyi meşru görmez.
Maddi veya kapital olarak kendi skalasında, kendi değer ölçeğinde anlamlandıramadığı çalışmaları hoş görmez, beyhude görür; mistik, metafizik gibi isimlendirmelerle değersizleştirdiğini, fantastik bir uğraş haline dönüştürdüğünü düşünür.
Modern zamanların lügatinde fakirlik ve acziyetin, içerisinde kaale alınır bir değere işaret ettiği bir anlam veya kavram yoktur. Başarmanın ölçüsü fakirlikten uzaklaşmanın derecesidir. “İhtiyaç hissetme” halinden ne kadar uzakta kalırsan ve “sahiplik, malikiyet” hisleriyle ne kadar hâllenirsen o kadar başarılı olursun.
Modern zamanların hayat ve dolayısıyla insan tasavvuru tek-tiptir. Hayatı tek bir formda okur. Yoksul bir hayat bu formun içerisinde ihmal edilmeye değerdir onun için.
Yani modern zamanlar veya zamanın ahiri bizi fakirliği yok sayan bir hayat tasavvuruna çağırır, başarı ve itibar ölçüsü olarak zenginliği koyar önümüze ve dünyamıza.
Modern zamanlar için fakirliğin, başarısızlığın ve yenilginin tek formlu hayat
tasavvuru içinde yerleri yoktur.
Başarısızlık ve sonucu olarak fakirlik bu hayat içerisinde hiçbir anlamsal kalıba tekabül etmemektedir ve bu anlamda işaret ettiği bir değer kesinkes yoktur.
Oysa ubudiyet hali, adı üzerinde bir “hal”dir
ve hayatın içerisinde yok saydığı, değersizleştirdiği, ihmal ettiği hiçbir durum söz konusu değildir.
ALLAH KABID ve BâSITtır.
Dilediğini genişlendirir, dilediğini daraltır,
her halükarda rızkı veren ALLAH’tır.
Hayat ve eşya RABBinin yazar bozar bir tahtasıdır.
Her yazmak ve bozmak bir esma talimine, en nihayetinde ise bir şuunata işaret eder. İnsan ise hem mülktür, hem memluktur, hem de mülkünde çalışmaktadır. Dolayısıyla insanın nefsine ve enesine hiçbir açık kapı kalmamaktadır.
Ubudiyet hali RABBinin şuunatından nasiplenebilme halidir. Bu halde makbul olan başarmak değildir. Bilakis bazen makbul olan yenilmek de olabilir.
Makbul olan “akıbet sahibi” olabilmektir. Ve akıbet muttakilerin olacaktır.
Muttakiler ister başarısızlık, fakirlik ve yenilgi ile sabır vurgulu bir ubudiyet halinde olsunlar, ister başarı, zenginlik ve galibiyetle şükür vurgulu bir ubudiyet halinde olsunlar, her ne halde olurlarsa olsunlar, enfüsî âlemlerinin merkezinde fakirlik ve acziyet marifeti vardır.
Bu marifetle RABBinin ihsan etme, şefkat etme, rızıklandırma şuunatına muhatap olur. Varsıllığın veya yoksulluğun, başarının veya başarısızlığın, yenilginin veya zaferin her halin içerisinde bu şuunattan nasiplendirecek bir ubudiyet tavrı vardır.
Aslolan hayatı bu ubudiyet tavrını merkeze alan bir duruşla okuyabilmektir.
Modern zamanların zihnimize ve dünyamıza berkittiği(takviye), başarıyı her halükarda yücelten, zenginliği de başarının tek ve sarsılmaz ölçüsü olarak sunan duruşuna karşın, zenginliği ve fakirliği de “takva hali”nin farklı renkleri haline getiren “akıbet sahibi muttakilerin” duruşunu dünyamıza taşımalı ve hakim kılmalı
Aslolan şu dünya hayatında modernizmin tamamen maddi ölçüleriyle “dünya hayatından bir zahir bilenler”den olmamak, bir müttaki olarak küfür ve dalalet dışında her halin kalbimize ve vicdanımıza ulaştırdığı şükür derslerinin muhatabı olabilmektir.
© 2010 karakalem.net, Metin Ergöktaş

18 Haziran 2012 Pazartesi

Eller yukarı

Kalakalırız

Kolumuz kanadımız kırılmıştır sanki. İçeriden bastıran nihayetsiz isteklerle kendi gücümüz
, kuvvetimiz, bilgimiz, irademiz arasında boğulur gibi oluruz.
Acizlik dört bir yanımızda kol gezer. Zerrelerimize nüfuz eder. Bir hastalık bedenimizi hiç de hesapta yokken kıskıvrak sarar. Bir nehir taşar. Zaman darken, trafik tıkanır, yollar geçit vermez olur. Gök adeta delinmiştir de caddeleri sular seller götürür. Bir insan bizi anlamaz. Bir diğeri ise yanlış anlar. Birisi sever. Birisi nefret eder. Biri alay eder. Biri küçümser.
Bu hal, bir tek biz insanların hissedebildiği, “varoluşsal çaresizlik”tir.
Hele uğradığımız haksızlıklar yok mu? Hiçbir şey yapamamanın, eli kolu bağlı olmanın getirdiği o ruhsal daralma belki de bir tek insana özgüdür.
Varoluşsal çaresizlik belimizi büker. Burnu Kaf Dağı’nda olan benliğimiz sarsılır, içimizdeki depremin ardından, benliğimizin sınırları yeniden çizilir.
Bir noktadan öteye uzanamaz gücümüz kudretimiz.
Ruh bir menfez arar. Kalp teselli diye inler. Akıl, bir çıkış yolu talep eder.
Benlik, “ben bir hiçim,” diye inler. İşte o an, benlik, kendini bulmuştur.
Varoluşsal çaresizlik, inkârla reddedilmemeli, dibine kadar yaşanmalıdır.
Bizi biz yapan çaresizliğimizdir.
Çaresizlik genellikle kişilik zayıflığı olarak yanlış algılanıp güçlü, kuvvetli olmaya göz dikilir.
Oysa sonunda ölecek olan hangi insan ben güçlüyüm hezeyanına kapılarak ne elde eder?
Varoluşsal çaresizliğimiz bizi sonunda getirip duanın kapısına bırakır.
Eller yukarı uzanır.
Kalp, Mutlak Varlıkla bağlılığını tazelemek ister. Ruh yalnızlığından sıyrılıp sonsuzluğa bir pencereden bakıp nefeslenmek ister.
Varoluşsal çaresizlik gözyaşlarıyla dile gelir. Gece, gündüz, yürürken, yatarken. Gecenin bir vakti. Gündüzün ortası. Her an O’nun kapısı çalınır.
İstekler, bir bir sıralanır. Her istek varoluşsal çaresizliğin kelimelerle bedenlenmiş halidir..
O da ne.
Çok özel bir yaşantı, olmazsa olmaz haline getirdiğimiz isteklerimiz
yerine gelmedi diye berhava edilir. Duadan küskünlük çıkar.
Neden duam kabul edilmiyor, sızlanışı duyulur.
Bir yanılgı, duanın tüm büyüsünü bozar.
Otuz-kırk yıl dua edip kabul edilmeyen duasına hâlâ devam edenler vardır. Zamanın Bedii, muzdarip olduğu kulunç hastalığının şifası için dua eder, yalvarır, yakarır. Bir türlü şifa gelmez. Ama o, sızlanmaz, küsmez, darılmaz Sonsuz Rahmete. Çünkü duanın sırrına vâkıf olmuştur. “Otuz senedir şifa duasını ettiğim halde duam zâhirî kabul olmadığından, duayı terk etmek kalbime gelmedi.” der. Kronik, müzmin, sürgit fiziksel ya da ruhsal sorunlardan muzdarip insanların takıldığı temel soru, “neden?”dir. Bu kadar ağrı, sızı, zahmet, meşakkat, uykusuzluk, yorgunluk, dermansızlık, nefes darlığı vs. vs neden?
“Hastalar Risalesi-On Yedinci Deva”dan öğrendiğimize göre,
Zamanın Bedii anlar ki: “Hastalık dua için verilmiş.”
Hastalık neden verilmiş, diye bir kez daha soralım:
Dua için.
Hastalıkları ya da başımıza gelen olayları, musallat olan musibetleri anlamlandırmak; vehim, vesvese, kuruntulardan, öfke ve kızgınlıktan kurtulmak için
harika bir bakış açısıdır bu.
Duasının zahiren kabul olmaması, yani bu dünyada kabul olmaması Zamanın Bedii’ni hayali sükuta uğratmaz. Tersine, ettiği duayla hastalık şifa bulsa, bu bir açıdan dua etme imkanının ortadan kalkması olacağından, neredeyse duasının bu dünyada kabul edilmemesine sevinir. “Evet, bir kısım hastalık, duanın sebeb-i vücudu iken, dua hastalığın ademine (ortadan kalkmasına) sebep olsa, duanın vücudu kendi ademine sebep olur; bu da olamaz.” der.
Sonra şu sonuçlara varır: “Duanın neticesi uhrevîdir, kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalıkla aczini anlayıp dergâh-ı İlâhiyeye iltica eder.” Duam kabul olmuyor, istediklerim neden verilmiyor dediğimizde, unuttuğumuz nokta kanaatimce burasıdır. Dua etmenin neticesi, duanın bizatihi kendisidir. Dua etmekten maksat mesela hastalık için edildiğinde, şifa duanın neticesi değildir. Bir musibetin ortadan kaldırılması için dua ediyorsak, duanın neticesi musibetin ortadan kalkması değildir. Bir isteğimiz için dua ediyorsak, istediğimiz verildiğinde duanın neticesi hasıl oldu demekte de noksanlık vardır. Bunlar olsa olsa Mutlak Varlığın fazlındadır, ayrı bir ikramıdır.
Dua bir yaşantıdır.
Bir haldir. Bizi bilen, duyan, gören Bir’in varlığına derin bir imandır.
Ruhun aradığı sonsuzluğa açılan penceredir. Ruhun aradığı isteklerin gerçekleşmesi değildir. Dua kendimizi Mutlak Varlığa anlatmanın en mümtaz imkanıdır. Kendimizi tarif etmektir. Kendi sınırlarımızı çizmektir. Bunu yaparken aslında yaptığımız Mutlak Varlığı tarif etme halidir.
Zaman ve mekânın kasvetli havasından O’na yönelme zamanıdır.
Dua insanın kendini Yaratıcısına anlatmasıdır.
İnsan kendini anlatırken aslında O’nu anlatmak, tarif etmektir. Bu dünya da ister kabul edilsin ister edilmesin, hiçbir dua boşa gitmez.
Dua, insanın var oluş gerekçesidir.
Dua, bir anın içinde Mutlak Varlık’la kurulan derin, son derece özel bir ilişki halidir.
Bu ilişki isteklerimize kurban edilmemelidir.
Dua, varoluşsal olarak sonsuz çaresizim, sonsuz acizim diyebilmektir.
Bundan daha cesur bir eylem var mıdır?
Mustafa Ulusoy
Psikiyatrist

14 Haziran 2012 Perşembe

rahmet-i Rahmân istersen

Bu dünyada ayeti kerimenin ifadesiyle "kim zerre miskal hayır yapmışsa karşılığını görecek kimde zerre miskal kötülük yapmışsa yine karşılığını görecek "(Zilzal s.7-8 ayetler) sırrıyla denilebilir ki eğer anne babamıza bazı sıkıntılar vermişsek bunun karşılığında muhtemelen bu dünya da karşılığı görülecektir.
“İşte, ey insan, aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın. اَلْجَزَاۤءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ sırrıyla, sen valideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define: Onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle.
Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seriütteessür kalblerini rencide etmekle, خَسِرَ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةَ sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahmân istersen, o Rahmân’ın vedîalarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.”

13 Haziran 2012 Çarşamba

Prof. Dr. Nevzat Tarhan "The Secret’"

The Secret’ kitap ve filmi popüler kültürü etkileyerek
hem ailelere hem de insan ruh sağlığına zarar vermeye devam ediyor.
“Dünya çekim yasası üzerine kuruludur, bir şeyi ne kadar çok düşünürsek gerçekleşme şansı o kadar artar, düşündüklerimiz evrene yayılırlar, düşündüklerimizi aklımızdan geçirdikçe bizlere geri dönerler. Düşüncelerimiz hislere dönüşür hisler yaşantıya dönüşür günün birinde yaşanacaklar olarak karşımıza çıkarlar düşündüklerinize dikkat edin gerçekleşebilir” diye özetleyeceğimiz tehlikeler dolu bir ‘The Secret’ salgınına inanan çok insana rastlıyoruz.
Gerçekte kapitalist bir düzen içinde hayatta kalmanın sırları diyeceğimiz sahte gerçeklikle insanlarda “iste, inan ve elde et” diyerek kolay ve hazır çözüm sunuyor.
Tıpkı hayatı kolaylaştıran Fast Food- Cola pratikliği gibi. Bu kültür nedeniyle kanser artıyor ve kanserin artış hızı hesaplandığında 2050 yılında iki kişiden birinin kanser olma ihtimali sağlık bilimcileri endişelendiriyor.
Ne istendiğinin ve nasıl elde edileceğinin üzerinde hiç durmadan çok para isteyen insanlar, kazanmak istediği para miktarını bir çekin üzerine yazıp tavana yapıştırıyor her sabah uyanınca bakıp hatırlıyor.
Bir diğeri istediği ve hoşlandığı sevgilinin, evin, arabanın resimlerinden bir pano yapmış kendine, her gün bakıyor. Başka biri hayran olduğu sanatçıyı elde etmek için hayal kurarak ulaşmaya çalışıyor.
‘The Secret’ çılgınlığı yüzünden evlilik ilişkileri bozulan, eşinden şüphelenen örnekler az değil.
Böyle insanlar bir müddet sonra maddesel gerçeklikten kopuyorlar.
Sanal bir gerçekliğe inanmanın ve realite sınırlarını test edememenin akıl hastalığı olduğunu bildiğimize göre ‘The Secret’in ABD’de ve dünya da ruh sağlığı sorunlarının artışına bir sebep daha eklendiğini söyleyebiliriz.
“Başarı, zengin olma ve mutluluğun sırrını bende keşfedebilecek miyim?” diyenlere
“ne kadar ekmek o kadar köfte” dedirtmeyen
“inanılmayacak kadar hoş ve güzel” bir dünya sunanlara
dikkat etmeliyiz.
‘The Secret’ inanışının hayatınızı gözden geçirip geçmişteki zorluklara, kırgınlıklara, öfkeye, kine, pişmanlığa, suçlamalara, odaklandığınızda, yaptığınız şey, daha zor koşulları hayatınıza çağırmaktan başka bir şey olmadığını anlatması güzel ve olumlu yönüdür.
‘The Secret’ doktrinine göre insanoğlu canlı bir mıknatıstır, bilinçli bir şekilde isteklerinize odaklanarak güzel duyulara ışınlar yaymaya başladığınızda çekim yasası mutlaka cevap verir. Kulağa hoş gelen bu yaklaşım için yapmanız gereken tek şey, mutluluğu, sevgiyi, huzuru, sağlığı, uyumu, bereketi üzerinize çekmektir.
Düşündüğümüz değil inandığımız şeylere dikkat etmeliyiz. İnandığımız şeyler algılamalarımızı etkiler, olaylar arasında anlam bağları kurdurtur. Yanlış inanışlarımızı gerçekleştirecek pozisyon almamızı sağlar.
‘The Secret’ doktrini gibi popüler kültürün tüketim araçlarına değil bilgelik taşıyan bilgiye inanırsak gerçek mutluluğu buluruz. Kolay çözümler genellikle kumar gibi aldatıcıdır.
“Çekim yasasına göre benzer benzeri çeker,
Çekim yasasına göre ürettiğimiz düşünceler bizim malımızdır, onların gerçekleşeceğini bilmeliyiz,
Çekim yasasına göre ürettiğimiz düşüncelerden sorumluyuz.”
İşte tehlike burada başladı. Takıntı hastalığı dediğimiz düşünce bozukluğu olan kişiler akıllarına her gelen düşünceden kendilerini sorumlu hissettikleri için 36 saat banyoda, 8 saat tuvalette bir düşünceye takılıp kaldıkları için çıkamıyorlar. Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) yatkınlığı olan kişileri ‘The Secret’ akımı daha çok hasta etmektedir.
İnsan beyini düşünce ve duygulara aracılık ve kaynaklık yapan bir organımız.
Bu sebeple her türlü bilgi akışına maruz kalır. Faydalı, geçerli ve güvenli düşünceyi ayırt etmeyi bozan içinde sadece bazı hakikat kırıntıları olan ‘The Secret’ gibi akımları sorgulamadan kabul etmemeliyiz.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan

12 Haziran 2012 Salı

imtisal

Herkesin, her varlığın bir vazifesi vardır. Mesela, tavuk yumurta yapmakla vazifelidir. Yumurta yapmayı bırakıp başka şeylerle uğraşması doğru değildir ve hem gerek de yoktur. Askerlik yapan bir askerin vazifesi talim ve eğitimdir; onun dışındaki işlerle uğraşması, asıl vazifesini aksatır.

Bir öğrencinin okuldaki vazifesi ders dinlemektir, başka işlerle uğraşması asıl vazifesini aksatacaktır. Bir öğretmenin de asıl vazifesi ders vermektir; ders vermenin dışında başka işlerler uğraşması vazifesine karşı ihmalkarlıktır.
Aynen öyle de, insanın da bir yaratılış gayesi vardır. Kainat kitabını okumak ve kulluk etmektir. Onun dışındaki işler sadece bu gayeye hizmet ettiği sürece doğrudur; aksi takdirde vazifesini terk etmektir.
Mesela, rızık kazanmak adına namazı terk etmek, vazifeden kaçmaya bir örnektir.
Rızkı kazanırken de; "ALLAH bu çocukları bana emanet etmiştir; bu emanetlere bakmak için, çalışıyorum." derse, o da ibadet olur.
Askerin dili ve vazifesi nasıl emre itaat etmek ise,
insanın vazifesi de aynı şekilde ALLAH’ın emirlerine itaat ve imtisaldir(alınan buyruğa bütünüyle uyma).

11 Haziran 2012 Pazartesi

zorluklar karşısında davranış

Okulda gecen güzel fakat yorucu bir gün ardından eve dönen Ayşe bahcede ki salkım söğütler altında dinlenmek te olan annesine doğru koştu.Annesi onu sevinçle karşıladıktan sonra
annesi:-güzel bir gün değilmi Ayşe gökyüzüne bakarak
sonra bahçenin ortasındaki fiskeli küçük havuzun etrafında cıvıldaşarak dolaşan kuşları, çimenlerle kaynaşan renğarenk çiçekleri,uçuşan çicekleri andıran kelebekleri gösterdi.
anne :-cok şükür dedi cennet gibi dünyada yaşıyoruz
ayşe :-evet annecim ama dedi ayşe sızlanarak
ayşe:-Bugün okulda deprem tatbikatı yaptık ve ögrendikki deprem kuşagındaymışız
anne :-Evet yavrum bunu biliyorum diye karşılık verdi annesi
ayşe:-Öylese neden bukadar sakinsin anne bense cok ama cok korkuyorum
düşünsene birkere şiddetli bir depremde herşeyimzi kaybedebiliriz hatta canımızı bile
annesi:-Otur yanımada neden sakin oldugumu sana açıklayayım ama önce anlatacağım hikayeyi dinle
"zamanın birinde iki arkadaş deniz yolculuğuna cıkmışlar.
sırtlarında taşıdıkları agır çantalarla bir gemiye binmişler.içlerinden birisi çantasını güvertenin kenarına bırakıp üzerine oturmuş .
Masmavi denizi ve martıları seyre koyulmuş.
Diğeri ise ürkek bakışlarla çevreyi süzüyor, yükünü yere bırakmayı düşünmüyormuş.
Arkadaşı ona seslenmiş:-Çantanı bırakda dinlen biraz
Genç adam:-hayır bırakmıyacam belki kaybolur hem ben yetrince güçlüyüm eşyamı sırtımda taşıyıp koruyabilirim.
Arkadaşı gülümsemiş:-Merak etme bu gemi senden daha güçlüdür,senide taşır eşyanıda.
gemi hareket etmiş,dalgalı denizde salına salına ilerlerken genç adamında güçüde artık tükenmeye başlamış.sırtındaki çanta sanki gittikçe agırlaşıyormuş.Birara başı dönmüş,nerdeyse denize düşüyormuş.etraftan yetişipkurtarmışlar.
Yinede çantasını bırakmamış.Onu görenler haline gülüp eğlenmişler.
Geminin kaptanı durumu farketmiş,yanına gelmiş
Kaptan:-aklınımı kaybettin evladım ?demiş
niçin çantanı sırtından indirmiyorsun?geminin güvenliğinden şüphenmi var?
genç adam cevap vermemiş.
Kaptan iyice kızmış:-banadamı güvenmiyorsun yoksa madem güvenmiyordun gemime niçin bindin?
arkadaşı söze karışmış:-
ayşe:-Nihayet adamın aklı başına gelmiş. Onun yaptıgıda olacak şeymi !Yolculugun tadını cıkarmak varken
annesi:-Doğru dedi.Ancak seninde endişen yersiz.içinde bulundugumuz gemiye idare edene güvenmek varken
ayşe:-Nasıl yani
anne:-Dünyada gemi gibidir.Bizlerde bu gemide birer yolcuyuz.Sence gemimiz sahipsiz olabilirmi ayşe?
ayşe :-Hayır anne bizim gemimiz ve evrendeki diğer varlıların sahibi ALLAH tır.
anne:-Madem sahipsiz değiliz.niçin merak ve korkularımızı sürekli sırtımızda taşıyıp hayatı kendimize zehredelim!
Kaptanımıza güvenemezmiyiz! Hem öyle bir kaptan ki güçü ve merhameti sınırsız.Herşeyin dizgini elinde herşeyin anahtarı yanında onu bulan ve güvenen dileğine kavuşur.Korkulardan ve komik durumlara düşmekten kurtulur.Böylece dünyada mutlu ve huzurlu olduğu gibi ALLAH a imanı ve güveni sayesinde ahirettede mutlu olmayı hak kazanır.
ayşe:-Anlıyorum anne ancak korktugumuz şeyler için önlem almamız da gerekmezmi?
anne:-Elbette gerekir ne demişler önce tedbir sonra tevekkül
ayşe:-Nedemek bu?
anne :-Şu demek babanla birlikte evimizin depreme dayanıklı olup olmadıgını araştırdık.
Ev içerisindede birtakım önlemler aldık .Yapmamız gereken hertürlü hazırlılıgı yaptıktan
sonra bizi koruması için ALLAH a dua ettik
Geriye birtekşey kaldı.
ayşe:-Nedir?
anne:-Hayatın güzelliklerini görerek yaşamak ve sahip olduklarımız için ALLAH şükretmek.
ayşe:-Teşekkür ederim annecim içimi rahatlattın, artık zorluklar karşısında nasıl davranmam gerektiğini biliyorum.