26 Aralık 2013 Perşembe

serseri

"Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler."
İnsanın hayatında bir intizam ve hedef olmaz ise, -ki intizam ve hedef burada kulluk ve ibadet anlamındadır- insanın zihni ve düşüncesi, nefis ve hevanın peşinde koşar ve bütün aza ve cihazlarını da bu yolda sarf eder. İnsan adeta kendi benliğinin bir kölesi, bir aracı haline dönüşür. Her şeyi kendi benliğine hizmet eden bir vasıta olarak düşünür. Bu da insanı egoist ve hedonist (Hayatın gayesini hazcılık olarak görenler) yapar, yani insanı bencil ve zevkperest yapar.
İnsanın yapmış olduğu bütün zulüm ve ahlaksızlıklarının temelinde, insanın kendisini unutması ve gayesiz kalması vardır. Unutmak burada gaflet ve hedefsizlik anlamındadır. Yani insanın asıl gayesi ve hedefi ibadet ve kulluk iken, insan bunu inkar ve gaflet ile unutup başka şeylere yöneldiği için, zalim ve cahil unvanına liyakat kesp etmiştir.

25 Aralık 2013 Çarşamba

bir yere yolcusun

İnsanın bu kısa dünya hayatının gayesi, bu fani ile bakiyi kazanmak,
 "Fanide bakiye yol bulmaktır."
Hayal ancak sonsuzlukla, ebediyetle tatmin olur. Satın aldığı her şeyin önce ömrünü, dayanma gücünü merak edip soran insan, kendisinin fani olduğunu bildiği halde, bu dünya hayatından nasıl zevk alabilir? Dünya onu nasıl tatmin edebilir?
İşte, hayalin gayesi olan o ebedî saadet yoluna girmeyen, onu unutan (nisyan) yahut bildiği halde dünya zevklerinin hatırı için onu unutur görünen, unutmuş gibi davranan (tenasi) bir insanın aklı ve fikri, sadece kendi enesini yani kendi nefsini düşünür, onun menfaatini gözetir, onun tatminine çabalar, onun zevkini esas alır.
Bu hale düşen bir insan, gaye-i hayalden yüz çevirerek enesine yönelir, adeta onun etrafında tavaf eder; ona bir kutsiyet vermek gibi çok aşağı ve zararlı bir yola girer.
Halbuki her akıl bilir ki, kalem kendi için yazmadığı, göz kendi yolunu görmediği, ağaç kendisine meyve hazırlamadığı, ayak kendi işine koşmadığı gibi, bu insan da kendi için olamaz. O da bir gaye için yaratılmıştır ve bir yere yolcudur.

20 Aralık 2013 Cuma

dilerse....

ALLAHu Zülcelâl kimin hayrını dilerse “Ben bu kulumu salih bir kul, evliya yapacağım, ona hayır nasip edeceğim”
diye irade ederse o kimseye mutlaka salih bir kul, evliya olmayı ve ALLAH’ın dostları ile beraber olmayı nasip edecektir. Yanlış yola gittiği zaman onu ikaz edecek, doğru yola gittiği zaman da yardımcı olacaktır.

Eğer, ALLAHu Zülcelâl her hangi bir kuluna şer dilerse
cehennemlik olarak irade ederse o kimseye fasıklar ve münafıklarla arkadaşlık yapmayı nasip edecektir. Onlar öyle arkadaşlardır ki, yanlış yaptığı zaman ikaz etmezler, doğru bir iş yaptığı zaman da yardımcı olmazlar.

15 Aralık 2013 Pazar

iki bakış açısı

İman gözü ile bakıldığında, eşyanın zaman içinde akıp gitmesi, yokluk ve mutlak bir ayrılık değil. ALLAH’ın isim ve sıfatlarının değişik ve başka hünerlerini ve nakışlarını sergilemesi için bir hareket vermesidir. Bu ehli imanın bakışıdır.
Ama inkâr ve küfür, bu gibi manaları göstermediği için kafirin nazarında; zaman bir darağacı, mahlukat da bu darağacında asılan zavallı ve bahtsız kimselerdir.
 Dolayısıyla;

İman ehli zaman şeridine baktığında manzaraların değişmesinden zevk ve lezzet alır, kafir ise; eşyanın kaybolmasından dolayı hüzne ve kedere kapılır.

Mesela;
Bir tablo üç-beş dakika ancak seyredilebilir; ama bir film iki-üç saat izlenebilir.
 Bunun sebebi; filmde sahnelerin devamlı değişmesi ve kişinin bir sahne ile ünsiyet etmemesidir. Bu sırdan dolayı ALLAH, adeta her gün bir alemi öldürür, bir alemi yaratır. Devamlı bu alemi doldurur ve boşaltır. Bu sayede de “Nakşının mucizelerini, Kudretinin harikalarını ve Rahmetinin tecelliyatını” farklı tarzlarda, taze taze, renk renk ve çeşit çeşit göstererek ehli nazarı ibrete ve hayrete sevkeder.

ebedi zannetme


Bu dünya hayatında insanlar, kendilerine ihsan edilen maddî ve manevî sermayelerini, yani hem bedenlerine konulan organlarını, hem de ruhlarına takılan duygularını, hislerini ve diğer latifelerini doğru kullanıp kullanmama konusunda bir imtihan geçiriyorlar.

Vehim kuvvesi de insana verilen manevi sermayelerden biridir.
İnsan bu kuvveyi yerinde kullanmakla hem dünya hayatına şevk ile çalışır, hem de  kendine ihsan edilen sıfatlarla ve kabiliyetlerle ALLAH’ın sıfatlarına ve şuûnatına bir derece bakma imkânı bulur.

İnsan akıl kuvvesi sayesinde bu dünyanın fani olduğunu ve her nefis gibi onun da bir gün ölümü tadacağını bilir. Bu bilgi onu sadece dünyaya çalışıp ahiretini unutma gafletinden kurtarır. Ancak, insanın bu fanî dünyaya da belli bir mesai ayırması gerekir. İşte vehim kuvvesi bu görevi yapar ve insan sanki hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışabilir.

Öte yandan, insan kendi ruhuna takılan hayat, ilim, irade, kudret, görme ve işitme gibi sıfatlar yanında merhamet, gazap gibi birçok şuûnata da hakiki sahip olmadığını aklen çok iyi bilir. Ancak vehim kuvvesi devreye girdiğinde bunları kendine mal eder. Ve “Ben kuvvetimle nasıl şu taşı kaldırıyorsam, ALLAH da sonsuz kudretiyle bütün alemleri son derece kolay idare ediyor.” der. Bu mukayeseyi yaptıran ondaki vehim kuvvesidir. Benim kuvvetim, benim ilmim, benim gözüm, benim kulağım gibi ifadelerde bu kuvve hakimdir. Yoksa, akıl çok iyi bilir ki bunların hiçbiri kişinin kendi malı değildir, hepsi emanettir.

İşte vehim kuvvesini yanlış kullanan kişi, dünyada ebedî kalacağını vehmederek her gün kılacağı beş vakit namazı istikbalin bütün günlerine teşmil eder, büyük bir rakam ortaya çıkarır ve bunun altından kalkamayacağını düşünerek namazdan usanç duyar.
her gün namaz kılmaktan üşenen insan, namazın ehemmiyetinden, insana kazandırdığı manevi kemalattan ve ahirette vesile olacağı akıl almaz saadetlerden gaflettedir

10 Aralık 2013 Salı

isimleri akla gösteriyor

Kainatta insanın idrak ve ihata edemeyeceği kadar sınırsız hikmet ve gayeler vardır. Bu gaye ve hikmetlerin hepsi de sanatkar ve ustasını gösterip ona işaret ediyor. Bir sanat ve eser, kendi nefsine bir bakıyor ise, sanatkar ve ustasına binler yönle bakıyor.

 Mesela; bir resim tablosunda, resim tablosunu oluşturan tahta ve tuval, tablonun nefsi ve kendisi hükmündedir. Bu resim tablosunun boş tuvali ve önemsiz tahtasına bakıp da kimse sergiye gelmez. İnsanları resim sergisine çeken şey; tablonun tuval ve tahtası değildir, üzerindeki resim sanatıdır. Resim sanatındaki bütün incelik ve çizimler de ressama işaret eden levhalar hükmündedir. Demek bir resim tablosu nefsini, yani tuval ve tahtasını bir gösterirken, üzerindeki resim sanatı ile ressamını binler vasfı ile tanıtır.

Aynı şekilde bir çiçeğin maddesi ve dünyaya bakan faydası birkaç iken, sanatkarı olan ALLAH’a bakan yüz binlerce yönü ve işareti vardır.
 Yani; çiçek üstündeki her bir nakış ve işleme ile sanatkarını bize tanıtıyor. Mesela; çiçeğin o güzel ve tatlı tebessümünde ALLAH’ın MUHSİN, CEMİL, MÜZEYYİN gibi çok isimleri tecelli ile kendini ilan ediyor. Çiçeğin maddesi değil, üstündeki nakış ve sanatları daha çoktur. Bu da nakış ve sanatlar adedince isimleri akla gösteriyor, zira her nakış ve sanat arkasında bir isim tecelli ediyor.

6 Aralık 2013 Cuma

kabiliyeti miktarınca

“Bir adam elindeki bir âyinyi güneşe karşı tutar.
O âyine kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi havi bir ziyayı, bir aksi, şemsten alır. Onun nisbetinde güneşle münasebetdar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki küçük, hususî bağına tevcih etse; güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir.” (Sözler)

Aynı güneşten ziya alan, aynı toprakta yetişen, aynı su ile sulanan ve aynı havayı teneffüs eden ağaçların, farklı meyveler vermesi, onların istidatlarının farklı olmasından kaynaklanır. Bunun gibi, aynı ayet, aynı hadis çizgisinde birleşen Müslümanların, farklı meslek ve meşreplere yönelmesi de Kur’an’ın farklı meyveleri olarak değerlendirilmelidir.
Bu çizgiden sapmamak şartıyla, herkesin kendi meşrebine göre Kur’andan aldığı feyiz farklılık gösterebilir.

Bunu anladığımızda şöyle bir sonuca varmamız zor olmayacaktır: Bizim düşüncelerimiz, işlerimiz, aile yapımız, toplum düzenimiz, ticaret anlayışımız, ahlâk seviyemiz ve daha nice değerlerimiz tamamen Kur’an’a göre şekillenmiş değil ki, bizdeki noksanlıklar yüzünden Ona itiraz gelsin. Biz her ne kadar Kur’an’a ve onun bütün hükümlerine iman etmiş olsak da, bu imanımız amel âlemine aksederken aslını tam olarak muhafaza edemiyor.

Araya hissiyatımız karışıyor, hevesimiz karışıyor, hırsımız, dünya sevgimiz, menfaat duygularımız karışıyor. Kısacası araya nefis ve şeytan karışıyor. Böylece her inandığımızı uygulamaya aynen aktaramıyoruz. Bizi, o ihtişamlı Kur’an değil, kendi aynamıza akseden sönük aksi terbiye etmiş oluyor.

Bizi seyredenler, inancımız ile yaşayışımız arasındaki bu tezadı gördüklerinde, kusuru şahsımıza verirlerse isabet etmiş olurlar. Ama bazı kasıtlı çevreler, “bizim noksanımızı, Kur’an hakkındaki bilgi zaafımızı, Kur’an güneşine muhatap olan ruh aynamızın küçük, kirli ve tozlu oluşunu” bahane ederek İslâm’a hücum ediyorlar. “Kur’an’ın terbiye ettiği insanlar işte bunlardır.” diyerek o hidayet güneşine toz kondurmaya çalışırlar.

3 Aralık 2013 Salı

Her bir varlık, ALLAH’tan bir mektuptur

Kâinat, muazzam mânâların ifade edildiği muhteşem bir kitap; insan ise, bu kitabın en anlayışlı muhatabıdır. Bir arının çiçekten çiçeğe konup bal yapması gibi,
 insan dahi kâinat kitabının sayfalarında seyahat ederek, tefekkür balı yapar.

Tefekkür, varlıklara ALLAH namına bakmaktır. Şüphesiz, pencereye bakmakla pencereden bakmak bir değildir. Pencereye bakanlar lekeleri görür, pencereden bakanlar ise, güzellikleri seyrederler. Tefekkür, mevcudat pencerelerinden ALLAH’ın isim ve sıfatlarına nazar etmektir. Her bir varlık, ALLAH’tan bir mektuptur.
 Bayrak, bir bez olmanın ötesinde devleti sembolize eder; dalgalandığı yerlerin, o devlete ait olduğunu haykırır.
Onun gibi, her bir varlık dahi, ALLAH’ın Rububiyet saltanatını ilan etmektedir.

"Rububiyet;CENAB-I HAKK'ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti ve besleyiciliği keyfiyyeti."

Yeryüzü ve semavattaki varlıkları tefekkür nazarıyla temaşa edenler, İlâhi sanatın mükemmelliği karşısında hayret secdesine varırlar. Kalplerindeki iman coşar, yakînleri ziyadeleşir. İnce tefekkür duygularına, hislerini de katabilirlerse, İlâhî sanatı seyir ve temaşadan, tarifin fevkinde bir zevk alırlar. “Her şey bana Seni hatırlatıyor” derler.
 aralık ayında (hergün en az 100 tane )ESTAĞFİRULLAH EL-AZİM çekelim ve birbirimize dua edelim ( ALLAHım bu tesbihi çeken herkesin dünyalık  ve ahiretlik isteklerini ve istenecekleri ver korktuklarından ve korkulacaklardan koru muhafaza et amin)

esma-ül hüsna

İnsan, esma-ül hüsnanın âdeta bir aynası ve bir geniş tezgâhıdır. Mesela:
·     İnsanın yüzü, MUSAVVİR isminin bir sanatıdır.
·     Hayatı, MUHYİ isminin bir tecellisidir.
·     Yüzündeki azalarının birbirine uyumlu olması, ADL isminin bir tecellisidir.
·     Her cihazında yüzlerce hikmetin bulunması, HAKİM isminin bir tecellisidir.
·     Açılıp kapanan göz kapaklarının gözü temizlemesinden tutun kanın vücudu temizlemesine kadar bütün temizlik faaliyetleri, KUDDÜS isminin bir cilvesidir.
·     Uzuvlarının bir kalıptan çıkmışçasına yaratılışı, BARİ isminin bir tecellisidir.
·     Bir damla sudan yaratılması, HALIK isminin bir tecellisidir...
Ve daha bunlar gibi, insanın her hâli esma-i İlahiyenin garip bir sanatı ve latif bir cilvesidir.

2 Aralık 2013 Pazartesi

zamanla kayıtlı kayıtsız

İnsanın iki temel vasfı
 Görünen maddi vücudu, görünmeyen ve vücuda hayat veren manevi vücudu.
Buna ampul ile elektriği, ağaç ile ağacın hayatiyetini devam ettiren özelliğini misal verebiliriz. Ampul ışığını zatından almıyor; ona başka bir şey ışık ve ısı veriyor. Bu da onun ruhudur. Elektrik çekilince ampulün işe yaramaz hale gelmesi, hayatiyet ayrılınca ağacın odunlaşması gibi, ruh da insandan ayrılınca insan ceset oluyor.

Bedene ait özellikler ancak bir veya birkaç iş yapabilirken ve bu işleri sırayla takip etmek zorunda olduğu halde, ruhi özellikler aynı anda pek çok işi hem de beraber yapabilmektedir.

Mesela bir binayı vücut azalarıyla ve maddeyle bir senede zor yaparken, hayal ile bir anda yapabiliyoruz. Yine Erzurum'dan İstanbul'a uçakla bile olsa kademe kademe bir saatte ancak gelirken, hayalen bir anda gelebiliyoruz.

İşte insan, işlerini ruh derecesinde yapmaya başlarsa, artık çok işleri bir anda yapabilmekte ve uzun yerlere kısa zamanda gidebilmektedir.
Mesela, elektriğe bin ampul bağlasak, bin yerde beraber oluyor. Ama her ampul tek yerde ancak bulunabiliyor. Ruhumuz her hücremizde bir anda bulunabiliyor, ama gözümüz yerinde sınırlı ve kayıtlı. Gözüm sınırlı iken görmem bir anda semada, güneşte olabiliyor.

Eğer bedenim ruh dercesine çıksa, yani ruh bedene değil de, beden ruha tabi olsa, o zaman işler bir anda, mesafeler çok kısa zamanda olabileceklerdir.

Evliyanın bastı zaman, tayyı mekanı, hatta tayyı zamanı bununla anlaşılabilir. Miracın bir sırrı da buradan çözülebilir.

Mesela, dünyada tedrici ve zamana bağlı olan işler, berzahta ani ve defi olabiliyor. Haşirde de, ahirette de ani ve defi olacak.

Çocuk doğunca, hayalen evlenmesini, çoluk çocuğunu ve ölümünü birden düşünebiliriz. Ama çocuğun bu işleri yapabilmesi için, bedeni 60-70 sene zaman geçirmesi gerekecektir.

Elma bir mevsimde ancak meydana geliyor. Ama öteler de bir anda, ani ve defi olacak.

KOCAMAN ELHAMDÜLİLLAH

Rızık, yaşamamıza ve dünyadaki beka ve hayatımıza sebeptir
Mesela, RABBimiz şu an itibariyle rızkımızı yaratmasa, vücuttaki “şahm” denilen depolanmış yağ kısmıyla belki 1-2 ay canlı kalabiliriz. Ancak daha sonra bizler ve yeryüzünde tek bir canlı kalmaz. Yeryüzü tamamıyla bir cenaze hükmünü alır. Demek rızık, hayatın devamına ve bekaya sebeptir.

Bekanın vücudun tekerrüründen ibaret olmasını ise şu misalle anlayabiliriz: Bizler yanan bir lambaya baktığımızda onu hep yanıyor şeklinde görürüz. Hâlbuki durum böyle değildir. Lamba bir yanmakta bir sönmekte, ancak bu yanıp sönmeler o kadar kısa bir zaman içinde olmaktadır ki, gözümüz ile o kısa zaman dilimini görememekte ve lambayı devamlı yanıyor zannetmekteyiz. Demek lambanın bekası, ışığının tekerrür-ü vücudundan ileri gelmektedir.
 
Aynen bunun gibi, insan için de beka, tekerrür-ü vücuttan ibarettir. Yani her saniye yenilenmesi, ona hayatın üflenmesi gerekir. Bu üfleme durduğunda ölüm vukua gelir.