27 Ocak 2014 Pazartesi

“Azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir.”

Bir babanın bile çocukları üzerinde belli bir hakimiyeti vardır. Bu bir izzet cilvesidir. Çocukların acizlikleri, fakirlikleri ise bir zillet tezahürüdür. Onlar bu zilletlerini idrak ederek babalarına itaat ve hürmetle mükelleftirler. İsyan etmeleri onun  haysiyetine dokunur.
 Fethullah Gülen: Kürsü: İki kudsî varlık; anne, baba
En küçük bir saltanatta da kendini gösteren bu hakikat iyi değerlendirilirse, bir insanın kendini bir damla sudan insan haline getiren, her organını ve duygusunu en mükemmel şekilde terbiye eden, güneşten aya, havadan suya, bitkilerden hayvanlara kadar her şeyi onun istifadesine sunan o sonsuz kudret ve azamet sahibi RABBine isyan etmesi halinde, bunun cezasını mutlaka çekeceği açıkça anlaşılır; tövbe eder ve affa müstahak olursa o başka mesele.

25 Ocak 2014 Cumartesi

gelişimin için dünyadasın

İnsan, yaratılış itibarıyla gelişmeye ve değişmeye müsait bir mahiyette yaratılmıştır; melekler ve hayvanlar gibi makamları sabit değildir.  İnsandaki bu gelişimi tetikleyecek ve harekete geçirecek bir vasat ve ortam gerekmekteydi,
 tıpkı bir yumurta veya bir tohum gibi. Bir kuş olmaya aday olan yumurta ve bir ağaç olmaya aday olan tohumun gelişmeleri her yerde ve her ortamda mümkün olmuyor. Yumurtanın, tavuğun altına veya tavuğun altındaki ortama uygun bir vasata ihtiyacı vardır.
Tohumun ise toprağın altındaki ortama ihtiyacı vardır. Akasi takdirde, çürüyüp zayi olacaklardır.
Aynen bunun gibi, insanın da mahiyetindeki cevherleri ortaya koyması için bir vasat ve ortama ihtiyacı vardır. Bu vasat ve ortam ise dünya hayatıdır. Cennet standartlarında gelişemeyen insan fıtratı, gelişimini sağlayacak şartlara sahip olan dünyaya gönderilmiştir. Bu gönderilme ise yine fıtratının gereği olan bir olayla gönderiliyor. Bunun için "muktezayı fıtratları olan malum günah" ifadesi kullanılmaktadır. Yani yaratılışlarının gereği olarak ayağı sürçtü ve yasaklanan meyveden yedi. Bunun üzerine CENAB-I HAKK da onu dünya yüzüne gönderdi. 

23 Ocak 2014 Perşembe

çileğin sahibi kainata hükmediooo

Hayatın teşekkülü için, kainat çarklarının bir fabrika gibi işlemesi ve çalışması gerekiyor. Bu da hayatın ne kadar mükemmel bir sanat ve tevhit eseri olduğunu gösterir. Hayat üzerinde bir tevhit mührünün olduğuna işaret ediyor.
Mesela, bir çileğin oluşması için
hava lazım, güneş lazım, toprak lazım, su lazım; bu dört unsur ise bütün kainatı kuşatmış unsurlardır. Demek çileğin vücut bulup hayat kazanması için bütün unsurların istihdam olup çilek etrafında hizmet etmesi gerekiyor. Buradan da şu sonuç çıkar ki, çileği yapacak zatın bütün kainata ve unsurlara hem sahip olması hem de hükmünün geçmesi gerekir.
Aynı zamanda bir zatın olması gerekir. Zira kainatın bir kısmı başka bir ilah ve zatın olsa çileğin oluşmasında ve vücuda çıkmasında hizmet ettirmez ikilik ve fesat çıkarır. Halbuki çileğin teşekkülünde kainat ve unsurlar mükemmel bir ahenk ve mizan ile hareket ve hizmet ediyorlar.
Demek çilekteki hayat ile kainat arasında sanat ve mükemmellik noktasından hiçbir fark yoktur. Hayat, kainattaki birlik ve tevhidin, yani ahenk ve uyum içinde çalışmanın bir neticesi, bir yavrusu, bir cilvesidir. Nasıl tarla kimin ise tarladan kalkan mahsul de onundur. Aynı şekilde, kainat ve unsurlar kimin ise, bunlardan süzülüp gelen hayat da o zatın eseri ve sanatı olabilir. Hayat nasıl kainatın birlik ve uyumundan ortaya çıkıyor ise, müntehası yani neticesi de tevhit ve vahdete gidiyor  ve ustanın ve sanatkarın bir ve yekta olduğuna şahitlik ediyor.  

22 Ocak 2014 Çarşamba

O'na yakışmaz

Hiç mümkün müdür ki, nihayetsiz bir ilmin ve hadsiz bir kudretin sahibi olan şu âlemin RABBi;
emirlerine itaat eden kullarına cenneti vadetsin, isyan edenleri ise cehennemi ile korkutsun ve bu vaad ve korkutmayı da bütün peygamberleri ve bütün kitaplarıyla yapsın da, daha sonra o vadettiği şeyleri yerine getirmeyip -hâşâ- cehlini ve âczini göstersin? Bu hiç mümkün müdür?
Hâlbuki vadettiği şeyler, O’nun kudretine hiç ağır gelmez. Bilakis O’na pek hafif ve pek kolaydır. Geçmiş baharın hesapsız mevcudatını gelecek baharda iade etmek kadar kolaydır.
Hem vadettiği şeyler öyle şeylerdir ki, bütün peygamberler tevatürle onları haber vermiş ve bütün evliya icma ile onların vukuuna şehadet etmişlerdir.

Hem ALLAH’ın vaadini yerine getirmemesi ve sözünden dönmesi, O’nun izzetine zıttır ve zatına yakışmaz! 

21 Ocak 2014 Salı

"ya güneş var yada sayısız güneşler var"mantıklı olan!

Güneş’in, yedi rengi ile evimizin camını aydınlattığını ve ısıttığını düşünüyoruz.
Şimdi, eğer camımızı aydınlatan Güneş’i inkâr edersek, acaba neyi kabul etmek zorunda kalırız?

Bir Güneş’in, vücudu ve hakikati ile birlikte camın içinde bulunduğunu kabul etmek zorunda kalırız...

Zira ortada bir ışık ve sıcaklık vardır. O hâlde bu ışığa ve sıcaklığa sahip olacak bir Güneş gerekmektedir. Eğer Güneş yok farz edilir ve camda görünen ışığın ve hararetin kaynağı olarak Güneş kabul edilmezse; o zaman bu ışık ve hararetin camın kendi malı olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü ortada bir ışık ve sıcaklık vardır. Bunların muhakkak bir sahibi ve maliki olmalıdır.

 Ayrıca, böyle bir ışık ve hararet ancak Güneş büyüklüğündeki bir kaynaktan sudur edebilir. O hâlde gökteki Güneş’i inkâr ettiğimizde, camın içinde hakiki bir Güneş’in varlığını kabul etmek ve "Bu ışık ve hararetin sahibi camın kendisidir." demek zorunda kalırız.

Güneş’in hadsiz eşyayı ışığı ile aydınlattığı ve harareti ile ısıttığı düşünüldüğünde, gökteki bir tek Güneş’i inkâr etmenin neticesi, hadsiz eşyanın içinde hakiki Güneşlerin varlığını kabul etmek ile neticelenir. Demek, gökteki tek bir Güneş’i kabul edemeyen, Güneş’in ışık ve hararetini kendinde gösteren eşyalar adedince Güneşleri kabul etmek zorunda kalır. Zira ifade ettiğimiz gibi, ortada bir ışık ve hararet vardır, bu da ancak bir Güneş’ten sudur edebilir.

 Aynen bu misal gibi, Şems-i ezel ve ebed olan ALLAH-u Teâlâ da esma-ül hüsnası ile şu âlemi ve âlemdeki her bir eşyayı aydınlatmıştır. Misalimizdeki ışığın ve hararetin kaynaksız olamayacağı gibi, şu âlemde gözüken isimler ve sıfatlar da sahipsiz olamaz. Zira isim müsemmasız, sıfat ise mevsufsuz olamaz. Yani ortada bir isim varsa, muhakkak o isim ile isimlenmiş bir zat olacaktır. Ve yine ortada bir sıfat varsa, muhakkak o sıfatın bir sahibi olmalıdır.

16 Ocak 2014 Perşembe

O'na zorluk yok, engel yok

İnsanlardan oluşan büyük bir daire ve halka düşünelim. Bu daire ve halkanın merkezinde de bir adam farz edelim. Elinde de bir mum olsun.
 Etrafında halka ve daire çizmiş olan insanların elinde de birer ayna varsayalım. Merkezdeki adamın mum ile verdiği ışık, nasıl etrafındaki her bir aynada bölünmeden parçalanmadan ve zahmetsiz olarak görünür ve tecelli eder. Zira hepsi merkezin tam karşısında ve konumları hep aynı olmasından merkeze olan nispetleri eşit ve aynıdır
Aynen bu misaldeki gibi ALLAH’ın, kudreti merkezde gibi, bütün mahlukat ise ona nispeten aynı bir konumda durmasından ve mukabil bir yerde olmasından, mahlukatın büyük ve küçük, ağır ve hafif durumları onun kudretine zorluk çıkarmaz, engel teşkil etmez.
 Bir ile bin, eşit hükmünde olur.

hiçbirşey ALLAH’ın zati kudretine engel ve zorluk çıkaramaz

Bir sınıftan, bir mahiyetten olan şeyler, kendi aralarında birbirlerine hükmedip, kolay iş göremez
ama; bu sınıf ve mahiyetten, soyut ve bir üst makam ve mevkide olan başka bir mahiyet, kendi altındaki şeyleri kolay ve rahat tedbir edip yönetebilir.

 Mesela; rütbeleri aynı ve sınıfları bir olan erler, kendi aralarında birbirlerine intizam vermesi çok zor ve müşküldür ama; bu sınıftan ve rütbeden olmayan bir uzman çavuş, onları rahat ve kolayla idare eder, bir er ile yüz bin er fark etmez, o alt sınıfın zorluklarından, o uzman çavuş soyutlanmıştır.
Cılız ve zayıf bir er ile, kuvvetli ve iriyarı bir er komutanı karşısında eşittir, zira ikisinin de sınıf ve mahiyeti aynıdır.
Aynen bunun gibi; ALLAH’ın kudreti bütün mahlukatın cinsi ve mahiyetinden mücerred ve münezzeh olmasından, onların üstünde olmasından ve onların sınıfından olmamasından, mahlukatın kendi içindeki kayıt ve arızalar büyük-küçük, ağır-hafif gibi durumlar, ALLAH’ın zati kudretine engel ve zorluk çıkaramazlar. Bir hamsi ile bir balina, ikisi de aynı sınıf ve mahiyette olmasından, ALLAH’ın kudreti karşısında aynıdırlar.

bir ile bin, O’nun kudretine aynı

Bir orduda bütün askerler komutanına tam bir itaat içinde olmasından dolayı, bir emir ile; bir asker de harekete geçer, bir milyon asker de harekete geçer, ağızdan çıkan komut hepsine aynıdır.
 Komutan yüz bin askeri bir tarafa alsa, bir askeri de beri tarafa alsa, bir komut verse o komut bir askeri de harekete geçirir, aynı komut yüz bin askeri de harekete geçirir, zira itaat sırrı her ikisi için de aynıdır, yüz bin asker için ayrı ve daha güçlü bir komuta ihtiyaç yoktur.
Aynen bunun gibi; mahlukatta her şey, ALLAH’ın kudretine karşı tam bir itaat ve inkiyat içinde olmasından dolayı, bir ile bin, O’nun kudretine aynıdır. Güneş, büyüklüğüne güvenip itaat zincirinden çıkamaz, zerre küçüklüğü ile kudretin nazarından saklanamaz.

Onun kudretine hiçbirşey ağır gelmez

Güneşin zatının bir küçük modelini ve sıfatlarını içinde barından tecellisi ve yansıması, denizin yüzünde de görünür, küçük bir damlanın içinde de görünür.
Büyük, küçük onun için fark etmez. Güneş, deniz büyüktür diye ona fazla ışık ve yansıma göndermez, ona ayrı bir çaba sarf etmez. Damla ile deniz şeffaf, yani parlak olmasından, güneşin yansımasını kabul edip, ikisi de gösterirler.
Fark büyüklük ve küçüklüktedir. Güneş için, kendini o parlak yüzeyde göstermek açısından büyüklük ve küçüklük, deniz ile damla olması önem arz etmez, ikisi de aynıdır. Denizde görünmesi ile, damlada görünmesi güneş açısından eşittir. Aynen bu güneş misalindeki gibi, ALLAH’ın, kudreti nazarında büyük bir yıldız ile küçük bir atom eşittir.
Onun kudretine yıldız ağır gelmez, atom ile aynıdır. Ağırlık ve hafiflik derecesi onun kudretinde yoktur. Kainatın bütünü ile, bir parçasının yaratılmasında kudret açısından bir fark bir zorlanma yoktur.

illede CEMAL :)

CEMAL ismi ALLAH’ın lütuf, şefkat, af, ihsan, cömertlik, ikram gibi sıfatlarını temsil eder. Bu sıfatlar da, kendine iman ve ibadet ile itaat eden kulların taltif ve mükafatlandırılmasını gerektirir.
Cennet ise ALLAH’ın, yukarıda sayılan bütün sıfatlarının zirvede olduğu bir mekandır. Tabiri caiz ise CEMAL isminin somutlaştığı ve tezahür ettiği en güzel yerdir, cennet.
CELAL ismi ise ALLAH’ın KAHHAR, MÜNTEKİM, ceza, azamet, haysiyet, gibi isim ve sıfatları temsil eder. Bu sıfatlar ise inkar ve isyan ile itaat etmeyenlerin tekdir ve cezalandırılmasını gerektirir.
Cehennem, bu sayılan sıfatların tecelli ve taalluk noktasından, dorukta olduğu bir mekandır. Yani CELAL isminin müşahhaslaştığı ve tebarüz ettiği dehşetli ve ürpertici bir mekandır cehennem.
Her ismin, her yerde tecelli etmesi şart değildir. Bazı isimler bazen gölgede kalır, bazen de hiç tecelli etmeyebilir. Cehenneme giden kafirlerin yok edlimemesi ve Cehennem dahi olsa, hayatlarının devam etmesi bir ihsanı ilahidir. Keza, Cehenneme zamanla ülfet etmeleri de bir güzelliktir.

14 Ocak 2014 Salı

ALLAHın prensibi

ALLAH, kainatta her icraat ve işini sebepler vasıtası ile görüyor. Bu sebeple kainatta herbir netice ve sonucun bir sebep vasıtası ile olması ADETULLAHtandır.
Yani; ALLAH’ın değişmez bir prensibidir. Lakin sebepler adi ve basit iken, zahiren sebeplerden hasıl olan netice ve sonuçlar, gayet derecede mükemmel ve sanatlı oluyor. Böyle olmasının hikmeti ise yani; sebeplerin basit, sebepten hasıl olan neticenin mükemmel olması ise; insanın sebeplere takılıp neticeleri sebepten bilerek şirke ve şükürsüzlüğe gitmemesidir. Buna rağmen insanların ekserisi sebeplerin arkasında ALLAH’ın kudret elini ve isimlerini göremiyor, ya şirke düşüyor ya da gafletle sebeplere perestiş ediyor.

Bir binanın temelinden çatısına kadar her merhalesi nasıl ustanın maharet ve sıfatlarını gösteriyor ise; kainatta da bütün sanatlar ve eserler de ALLAH’ın isim ve sıfatlarını gösterir bir bina hükmündedir. Bu sanat ve eserlerin herbir sebep perdesinde bir isim sahneleniyor. Yani; sebeplerin kainatta işlemesinin en büyük sebep ve hikmeti; ALLAH’ın isim ve sıfatlarını izhar ve ilan edilmesidir. Şayet her şey sebepsiz ve ani olarak vücut bulsa idi, biz ALLAH’ın birçok isim ve sıfatını idrak edemeyecektik. Tıpkı bir ustanın binayı aniden yapması ile maharetlerinin anlaşılamaması gibi. Sebepler sadece ALLAH’ın ismini sahneleyen bir dekordur, yoksa sanat ve netice üstünde bir tesir ve yaratması yoktur.

13 Ocak 2014 Pazartesi

hayat hep böyledir

CENAB-ı HAKK'ın günlük, yıllık, asırlık yaratma faaliyetleri vardır.
Buna en büyük şahit; bahar mevsiminde milyonlarca canlı türlerinin diriltilmesi ve yaratılmasıdır. Aynı zamanda bir asır öncesinde var olan canlı mahluklar gitmiş, yerine yenileri gelmiştir. Bir asır sonra da biz gideceğiz, bizim yerimize yenileri gelecektir. Bütün bunlar ALLAH’ın sürekli yaratma ve icat faaliyetini devam ettirdiğini gösteren sanatlı şahitlerdir.
Mesela, bahar mevsiminde bir sinek taifesi
kendine özgü dil ile, ALLAH’ın sonsuz kudretini ilan edip yaratmanın devam ettiğine en büyük bir şahittir. Bitki türlerinin yemyeşil bir tabloya dönüşmeleri, ALLAHın kudret faaliyetinin bir şahididir. Bazı canlı türlerinin bir gün içinde doğup ölmeleri, ALLAH’ın kudret faaliyetinin ne denli mükemmel tecelli ettiğini izah ve ispat ediyor vs...


"Her günde, her senede, her asırda yeniden yeniye icad ettiği hadsiz masnuatı, nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla şehadet ederler."

8 Ocak 2014 Çarşamba

MALİK

"Pirenin midesini tanzim eden, menzumeyi şemsiyeyi de o tanzim etmiştir." cümlesini izah eder misiniz?  

    
     

Pirenin midesindeki nizam ile güneş sistemindeki nizam arasında sıkı bir bağlantı vardır. Mesela pirenin hayatının işlemesi ve devam edebilmesi için güneş sisteminin eksiksiz ve noksansız hareket edip işlemesi ile mümkündür. Güneş olmasa hayat olmaz, hayat olmaz ise pire olmaz. Demek pirenin midesindeki intizam ile güneş sistemindeki intizam, hayatiyet derecesinde bir biri ile irtibatlıdır.
Hatta pirenin hayatının oluşması ve devam edebilmesi sadece güneş sistemi ile ilgili değil, bütün kainat fabrikasının işlemesi ve intizamı ile ilgilidir. Öyle ise pirenin midesini dizayn eden Zat, aynı şekilde kainatı ve güneş sistemini de dizayn eden Zat'tır.
Tarla kimin ise, tarladan kalkan mahsulat da ona aittir, hükmünce kainat ve güneş sistemi bir tarla, canlılar ve pire de bu tarlanın mahsulü gibidir.

7 Ocak 2014 Salı

İNSANI ÖLMEDEN ÖLDÜREN ŞEY!

İnsan fanidir.
Dünya hemen her bakımından insanı yiyip söndürmeye hazır bir potansiyele sahiptir
Üzerindeki fena damgası insanı durmadan hırpalamaktadır.
İnsan acizdir, yalnızdır, kimsesizdir. Bu fena canavarına karşı çaresizdir.
Oysa “ALLAH’a İman” gibi bir güç, kuvvet ve kudret kaynağı insanın yanı başında hazır durmaktadır. İnsan el verdiğinde elinden tutacak, gönül verdiğinde gönlünü sonsuz şekilde kavrayacak bu iman aydınlığı kendisine şah damarından daha yakındır. İnsan tek bir yönelişle, tek bir niyetle, tek bir halis bir teveccühle, katıksız bir samimiyetle bu devâsâ nura kavuşabilir ve artık fena canavarının can yakıcı darbesine maruz kalmaktan kurtulabilir. Aksi takdirde, yarının yokluk, ölüm ve ayrılık taşlarıyla örülü yolları, insanı her gün yıkmakta, her gün soldurmakta, her gün bitirmekte, her gün ölmeden öldürmektedir.
Varlıktan kopma düşüncesi dayanılmaz bir keder halinde insanoğlunun her gün gözünü karartmakta, her gün yüreğini yakmaktadır.


https://www.facebook.com/pages/Mh/1446878202207402

2 Ocak 2014 Perşembe

iç ,dış alem

İnsanın düşünce yapısını ve fikir alemini şekillendiren ve besleyen iki ana unsur vardır.
 Biri fikir nurudur. Yani akıl ile dış alemden aktarılan verilerdir. Diğeri ise, kalbin aydınlığından, iç alemden toplanıp gelen nurlardır.
ALLAH, insanı iki boyutlu bir fıtrat ile yaratmıştır. Biri dış alem, diğeri iç alemdir.
Dış alemin kapısı, akıl; iç alemin kapısı ise kalptir. İşte, insanın dış kapısı açık olsa, oradan tonlarca veri ve bilgi aksa, ama iç kapı kapalı, yani kalp zulmet içinde olsa,  dışarıdan gelen ilim ve veriler fayda veremez. Nasılki, görmek için; gözün hem beyaz tabakası, hem de siyah tabakası olması gerekir, yoksa görme gerçekleşemez. Aynı şekilde, fikrin aydınlığı ve ilmi yanında, kalbin idrak ve basiret noktası da beraber olması gerekir. Yoksa, basiret ve sezgi gerçekleşmez.
Kalbin süveydası ise, kafirler için kalpteki karanlık ve günahlı  noktadır. Gelen bütün ilimleri, manasız ve boşa çıkaran bu noktadır. Müminde ise, kalbin ortasındaki idrak ve basiret noktasıdır. Bu da kafirin aksine, gelen bütün ilim ve manaları imana ve sevaba kalbeden bir makine gibi çalışıyor.

Göze, her taraf ışık olsa, gözün içindeki siyah tabaka olmadı mı, nasıl görme olmuyor. Onun için bir adam, kainatın bütün ilimlerini bilse ve anlasa, kalbindeki o basiret ve idrak nuru yoksa, hepsi boşa  çıkıyor, imana dönüşmüyor. O yüzden hiçi kimse, şu filanca ilim adamı, onca ilmine rağmen nasıl oluyor da inanmıyor, ilim ile din çelişkisi mi var;  diye şüpheye düşmesin.
Basiret ise, kalbin anlama ve kavrama yeteneğidir. Akıl için, nasıl mantık kaideleri varsa, basiretin anlama mekanizması, ince ve latif bir donanım ile çalışır.
İnsanda iki akıl vardır. Biri baş aklı, diğeri kalp aklıdır. İkisi uyum içinde olursa, netice alınır..
Basar maddeyi görür, basiret ise röntgen şuaı gibi maddenin maverasına, ustasına bakar, onu görmeye çalışır. Biri vazifesini yapmaz ise, netice tek taraflı olur ve eksik kalır.