27 Mart 2013 Çarşamba

Nazar, Mahiyet-i Eşyayı Nasıl Tağyir Eder?

Nazar ve niyet, eşyanın aslını ve özünü değiştirmez. Ama, kişinin kendi aleminde, kendi dünyasında, başka bir şekle ve duruma dönüştürebilir. Eşya, kişinin nazarına ve bakış açına göre şekil alıyor. Gözünde kırmızı gözlük varsa, her şeyi kırmızı gösterdiği ve yeşil gözlükle bakınca da her şeyin yeşil renkte görünmesi gibi.

Mesela, ALLAH’ın mahlukatına, manayı ismi ile, yani varlığa varlık adına, kendi hesabına nazar etsen, cehalet olur. Aynı mahlukata manayı harfi ile baksan, yani ALLAH’ın sanatı ve eseri olarak baksan, o zaman marifet olur. Kabre, hiçlik ve yokluk nazarı ile baksan, hüzün ve elem kuyusu haline geliyor. Ama, ebedi bir hayatın başlangıcı nazarı ile baksan, aynı kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe haline dönüşüyor.

Ölüme, yok eden ve ademe atan bir olay nazarı ile bakarsan, ölüm, sana dehşetli bir acı kaynağı olur. Ama, imanlı bir nazar ile bakarsan, dostlara kavuşturan bir düğün gecesi haline dönüşür.
Bu misalleri kainatta, her şeye tatbik edebiliriz.

bu işlerin kaçından haberimiz var?

Rızkımızı Biz mi Kazanıyoruz, CENAB-I HAKK mı Veriyor? Bu konuda nefsimizi susturacak ve teslime mecbur edecek somut deliler istiyoruz.

CENAB-I HAKK'ın, isim ve sıfatları mutlak ve ezeli olmasından, tam manası ile idrak ve ihata edilmesi imkansızdır. Bu yüzden insana bir takım nispi ve farazi hisler takılmıştır. Bu hislerin veriliş gayesi ise, ALLAH’ın, mutlak ve mücerret olan isim ve sıfatlarının bir derece anlaşılması ve kıyaslanarak bilinmesi içindir. Yoksa, bu nisbi ve cüz’i olan duygular, sahiplenilip, Yaratıcıya karşı meydan okuma aracı haline getirmek için verilmemiştir.

Bu manayı bir temsil ile izah edecek olursak: Çok zengin ve muktedir bir zat; emrinde çalışan iki işçiye, servet idare etmenin meşakkatini, tasarrufunun büyüklüğünü, zenginliğin bir takım lezzetlerini kendi haşmet ve ihtişamını anlatmak için çok tesis ve fabrikalarından ikisinin idare ve gelirini, bir yıllığına emaneten onlara verir. Şart olarak da fabrikanın mülkiyeti, içindeki makinaların eksiksiz geri verilmesi, kendi namına işlettirilmesi ve kendi ahlaki prensiplerine göre idare edilmesi gibi şeyleri o iki işçiye tembih eder.

İki işçiden birincisi;
fabrikanın idaresini alır ve aynen O zatın direktifine göre hareket eder
ve onun çok vasıflarını kıyas yolu ile anlar. Mesela der, “ben şu küçük tesisi idare ediyorum, şu zat ise binlercesini idare ediyor. Ben, şu kadar insanla uğraşıyorum, O binlercesi İle alakadardır. Şu tesisin gelirindeki zenginlik, Onun bütün mülkünün zenginliğine nispeten,çok zayıf kalır ve baş döndürür” der. O Zat’a olan sevgi ve saygısı artar ve her zaman da orda geçici ve emaneten bulunduğunu unutmaz. Bu davranışı ile onun teveccühünü kazanır. O zat’da, onu çok büyük bir mükafatla ödüllendirir.
Diğer işçi ise,
fabrikaya girer girmez, vaziyetini ve vazifesini unutur.
Hemen fabrikanın isim tabelasını indirir, kendi ismini takar. İdarede O zatın ahlakına uymaz. Demirbaş olan makineleri haraç merac satar. Emanetçi ve geçici olduğunu hiç hatırlamaz. Asıl fabrika sahibini inkar eder ve ona meydan okur. Haddini aşarak temellük davasına sapar. Ayna olduğunu inkar eder. Mevhum olan, yani farazi olan hallerini gerçek telakki eder. Asıl fabrika sahibi olan zat’da ona layık bir ceza ile onu cezalandırır.

İşte bu misalde olduğu gibi, insanın vücudu bir fabrika azaları gibidir. O zat ise, CENAB
-I HAKK'tır. O iki işçi ise, biri mümin ve haddini bilen, temellük davasına sapmayan benlik ve hislerini ALLAH’ın isim ve sıfatlarını anlamakta kullananları temsil eder. Diğeri ise temellük davasına sapan, haddini aşan, kendine ait olmayan şeyleri kendine mal eden, firavun meşrep kafirleri temsil eder. O Zat’ın tembihleri ise İslam ve şeriattır.
Temsildeki gibi insan, kendisine emaneten tevdi edilmiş olan bu alet ve cihazları ALLAH’ın isim ve sıfatlarını anlamak ve idrak etmekte bir araç olarak kullanması gerekirken, onlara sahiplenmesi aynı dalalettir.

İnsanın bir şeye gerçek manada sahip olması için, o şeyin bütün gereklerini ve şartlarını ihzar etmesi ve ona hakiki manada tasarruf etmesi lazımdır. Mesela bir çiftçi, mahsulatı ben yetiştirdim, şu buğdayları ben yaptım, diyebilmesi için; mahsulatın oluşması esnasında çalışan bütün sebepleri tedbir ve idare etmesi gerekir.
Güneşin doğmasında, yağmurun yağmasında, toprağın içindeki mineral ve vitaminlerin toplanmasında, buğday başağının bünyesinde olan biten bütün işlerin tedbir edilmesinde, çiftçinin tasarruf ve kudreti hakimse, o zaman mahsulat benim demeye hakkı olur.
Yoksa milyonlarca işten, bir iki zahiri işini yapmakla, bütün o mahsulata sahip olmak, safsatadan başka bir şey değildir. Bu ölçüyü bütün sahalara ve işlere kıyas edebiliriz. İnsan en basit bir işe bile malik değilken, nasıl olur da bütün kainatın çarklarının işlemesi ile vücuda gelen bir şeye sahibim diyebilir.

İnsan bir elini havaya, basit kaldırma işinde bile söz sahibi olmadığını bugünkü fennin beyanından anlıyoruz. Çünkü bir elin hareket etmesinde milyonlarca hücre ve kaslar iş yapıyor. Bir intizam ile hareket ediyorlar. ALLAH aşkına bu işlerin kaçından haberimiz var? Kaçını biz idare ediyoruz da, o işin faili olalım. Cahili olduğumuz bir fiili nasıl yapabiliriz, nasıl temellük edebiliriz. Basit bir işi, bu denli yapmaktan aciz ve fakir olan insan, nasıl olur da daha büyüklerine gözünü diker ve ona sahip olabilir. İnsanın aklı basit bir el kaldırma eylemine bile hakim değilse, nasıl olur da bütün kainatı ihata etmiş bir, ilimin işine sahip çıkabilir, bütün kainatı tedbir edecek bir irade ve kudrete sahip olabilir?

düşünen

Kâinat mef’ul ve münfaildir. Mef’ul fâilsiz olamadığı gibi, mef’ulün câmid bir cüz’ü de fâil olamaz. Bu ifadeleri izah eder misiniz?

Kainat fiil ve edilgendir, ortada bir fiil ve edilgenlik varsa, bu fiilin faili, bu edilgenin etki edeni olması zaruridir. Fiilin faili, fiilden başka ve fiilden münezzeh olması, aklın gereğidir. Yani ortada olan bir fiilin, yapıcısı ve faili, fiilin kendisi ya da fiilin bir parçası olamaz, bu aklen mümkün değildir.
Fail ancak fiilin dışında ve fiile etki edebilecek konumda olan birisi olabilir.

Mesela;
sandalye bir fiildir, sandalyeyi yapan marangoz ise; bu fiilin failidir. Biz, yok bu sandalyenin faili marangoz değil, sandalyenin şu sol ayağıdır desek, ne kadar komik bir duruma düşeriz.
Sandalyenin kendi kendini yapması nasıl mümkün değilse, sandalyenin bir parçasının da sandalyeyi yapması aynı derecede mümkün değildir. Bu sebeple sandalyenin failini, yani yapanını ve icat edenini, sandalyenin dışında aramak gerekir.

Aynı şekilde kainat da sandalye gibi bir fiildir, bu fiilin faili, yani; yaratanı ve mucidi de, aynı marangoz misalinde olduğu gibi, kainatın dışında ve haricindedir; yani kainatın cinsinden değildir. Kainat nasıl kendi kendini icat edemez ise; kainatı kainatın cansız bir parçası olan sebepler ve tabiat da icat edemez.

Kainat fiilinin faili; ancak ve ancak ALLAH’tır.

İnsan hayatındaki gelişmelerin hikmeti nedir?

İnsan hayatındaki gelişmelerin hikmeti nedir?

Neden biz uçaktan, arabadan istifade ederken bizden önceki insanlar istifade edemediler. Hem bugün insanoğlunda mevcut olan ilim, daha önceki kavimlerde de olsaydı onların da tefekkürü artmaz mıydı?

İnsanların ekserisi avam olduğu için, gayeyi ispat için getirilen delillerin, avamın anlayacağı basitlik ve sadelik içinde olması gerekir. Yoksa gaye zahir iken, gayeyi ispat etmek için getirilen deliller hafi ve karmaşık olursa, faydadan çok zarar vermiş olunur.
Tevhide getirilen deliller zahir ve açık olmak zorunda, bilimsel olması gerekmez. Mesela; kainatta intizamın ispat edilmesi için ille de nötron ve protondan bahsetmek gerekmiyor, güneşin her gün aynı şekilde doğması, yıldızların yerli yerinde olmaları, çiçeklerin o güzel yüzleri de intizama yeterince işaret ediyor.
İnsan ve bir çiçeğin bünyesinde çalışan zerrelerin hareket keyfiyetinden çok, onların hareketinden çıkan neticeler ve azim maslahatlar esastır. Yani o zerrenin her adımına sayısız fayda ve hikmetler takılmış. Şuursuz ve iradesiz bir zerrenin, bu sayısız fayda ve hikmetleri bilerek takip etmesi veya teşekkülüne mühendislik yapması mümkün ve kabil değildir, esas olan budur. Yoksa o zerrenin hareket keyfiyeti bilimin alanıdır ve herkes bunu bilmekle mükellef değildir.
Maddi ilimler ile manevi makamları kıyaslamak yanlış olur. Zira maddi ilimler tekamül kanunu gereği zaman ve müddetle ve insanların kolektif aklı ile elde edilen bir sahadır. Yani peyderpey gelişir ve büyür. Ama manevi makamlarda bu şart yoktur, bir anda veya kısa bir müddet için, insan bu makamları elde edebilir. Sahabelerin, PEYGAMBER EFENDİMİZİN (asv) bir dakika sohbeti ile en yüksek makamlara ulaşması meselemize işaret eder.
ALLAH’ın isim ve sıfatlarının talimi hususunda, eşyanın derinlemesine bilinmesi gerekmez. Bir çiçeğin göze görünen kısmı da ALLAH’ın isimleri hakkında insana bir fikir verebilir. Yoksa sadece fenni malumat ile o isim okunur demek hata olur. Hatta Kur’an eşyadan bahsederken, herkesin kavrayabileceği zahir fayda ve hikmetlerinden bahseder; bir fen gibi derinlemesine eşyayı tarif etmez. Mesela; güneşten bahsederken lamba ve soba tabirleri ile bahseder, yoksa helyum ve kimyasal yapısından bahsetmez.
Bütün insanlar güneşin lamba ve soba yönünü bilir; ama kimyasal yapısını bilmez.
İmana dair konularda fenni malumatların etkisi o kadar da değiştirici ve dönüştürücü değildir.
Öyle ise ehl-i hikmetin yani fen ilimlerinde ya da felsefi cihette ileri gitmiş birisinin, fenni ve felsefi malumatı tek başına imana bir fayda temin etmiyor ki, vahye dayanan bir mümine yetişebilsin. Fizikte dünya birincisi olup da iman hususunda küfürde olanlar çoktur; demek hikmet ve fende ileri olmak imanda ve teslimiyette de ileri olmayı gerektirmiyor.
Özet olarak; ALLAH’ı bilmek ve onun marifetinde derinleşebilmek için kainatta malzeme ve argüman çoktur. Tren, uçak, araba gibi şeyler basit birer nimet olup, marifette ve tefekkürde yegane şeyler değildirler. Bir sineğin sanatı ile bir uçağın sanatı arasında dağlar kadar fark vardır.
Uçak sineğin yanında geri kalıyor, hal böyle iken eski insanlar tefekkürde malzeme kıtlığı çekmiş demek yanlış olur. Kaderin cilvesine bak ki, bu zaman insanları teknoloji geliştikçe tefekkür ve ibadetten uzaklaşıp maddeye tapınmışlar. Lambayı bulduğunda güneşi unutmuş. Uyduruk bir lambayı keşfetmeyi güneşe bedel tutmuş ve burnunu havaya dikerek küfür ve gaflet bataklığına sürüklenmişler.

23 Mart 2013 Cumartesi

kanma

"Her şeyden CENAB-I HAKK ın nuruna bir kapı açılır. Bu kapılardan birisinin kapanması, gayr-ı mütenahi sair kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Fakat hepsinin bir miftah ile açılması mümkündür." izah eder misiniz?
"Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Birtek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.
İşte, hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Birtek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. "İşte bu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde birşey yoktur" der, kandırır."
Üstad bu beyanı ile nefs ve şeytanın en büyük hilelerinden birini deşifre ediyor:
Bunu şöyle bir misalle açıklarsak: Mesela, bir adamın bir cinayeti işlediğine dair yüz tane belge bulunsa, o adam mahkemede bir belgenin sahte olduğunu ispat etse ve inandırıcı olmadığını izah etse, diğer doksan dokuz delili çürütmüş olabilir mi? Tüm deliler çürütülse bir tek sağlam belge kalsa yine o adam katil olarak mahkum olur. İşte şeytan aynı şekilde, imana dair bir iki delile karşı bir şüphe uydurmakla bizi imanımızdan etmeye uğraşmaktadır.
Kâinatta hangi şeye baksak, o şey bizim için İman sarayına varmaya bir kapı (ya da bir pencere) olabilir. Otuz üç pencereli Otuz Üçüncü Söz de olduğu gibi. Biz bu pencerelerden bir ikisini anlayamadık veya nefs ve şeytanın aldatmasıyla şüphe içinde kaldıysak, bu diğer pencerelerin de çürütüldüğü anlamına gelmez. Burada baktığımız her mevcut veya mevzu bir kapı ya da penceredir. Oranın anahtarı ise imana delil olma yönüdür.
Onuncu Söz'deki bablardan (malum olduğu üzere bab, kapı anlamına da gelmektedir.) birini bir şekilde anlayamadığımızda diğer bablarında kapanması gerekmez. Çünkü her kapı bizi tek başına haşir sarayına götürebilir.
Şu ifadelerde bu konuda aydınlatıcıdır:
“Bin ince ipler toplansa koca bir halat olur.” Yani bir iplikçiği koparmakla halatın gücünü inkar etmek cerbezedir.
“Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça, hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicap olur. Evet, müşâhedemle sabittir ki, kat'î, yakînî burhanlarla deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir zafiyet görünürse, o kör olası nefis o kaleyi tamamen inkâr eder, altını üstüne çevirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati, bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır”

uzaklaşma

"Meselâ sen âyât-ı İlâhiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor..." Bu cümleyi devamı ile birlikte izah eder misiniz?

Şeytan insanları taciz edip aldatmak için önce vesveseyi kalbe atar, eğer kalp kabul etmez ise şüpheden şetme dönüşür, yani çirkin bir hayale döner. O hayalde edep dışı bazı pis ve çirkin hatırlatmaları yapar. Amaç kalbi ümitsizliğe düşürmektir. Vesveseli adam telaşa kapılıp der ki "Eyvah kalbim ALLAH’a karşı edepsizlikte bulunuyor" bu halden müthiş bir heyecan ve endişe hissetmeye başlar. Bu halden kurtulmak için ALLAH ve din hakkında düşünmemeyi ve gaflete dalmayı çare zanneder ve şeytanın istediği tuzağa düşmüş olur.
Namazda iken bir yerimiz ağrıyor veya karnımız aç veya tuvalet ihtiyacımız varsa, şeytan bunları çok iyi değerlendirir. Ya hastahane, ya mutfak, lokanta, ya da lavaboda bizleri dolaştırabilir. O yüzden çok aç iken veya lavabo ihtiyacımız varken, namaza durmak doğru karşılanmamaktadır. Şeytanın eline fırsatlar vermiş oluruz. Ancak buna rağmen, hayalde geçen şeyler gerçek değildir, birer hayaldir ve namazımızı bozmaz.
Hayal, kalpten gelen manalara bir elbise dikerken, her zaman mananın anatomisine uygun olanı değil, bazen zıt olan elbiseleri de dikebiliyor. Mesela, mana güzel ve temiz ise elbise ve semboller pis ve çirkin olabiliyor. Ama temiz ve pak olan manalar o elbise ve sembollerin içinden yara almadan veya bulaşmadan geçebilir. İşte o geçme anında vesveseli adam geçmek ile bulaşmayı ya da temas ile giyinmeyi birbirine karıştırıp, "acaba kalbim bozulmuş mu ki" diye endişe edip, o pis ve çirkin sembolleri kendi kalbinin sözleri ve manaları zannediyor. Şeytan şu zannı kullanarak o kişiyi sürekli taciz ediyor ve onu yorarak güzel düşünce ve amellerden uzaklaştırmaya çalışıyor. Öyle ise o kötü kuruntu ve vesveselerin kaynağı ve nereden geldiği bilinirse, şeytanın örümcek ağı hükmünde olan plan ve hilesi deşifre olur.
Üstad Hazretlerinin vesvese bahsinde dediği gibi vesvese bir hüküm ya da tasdik olmadığı için insanı mesul etmez. Tek zararı; mesul oldum zannına düşüp ümitsizliğe kapı açmaktır. Vesvesenin kalpten gelmediğinin ve hükümsüz olduğunun en büyük şahidi kalbin müteessir olmasıdır. İnsan kabul edip tasdik ettiği bir şeyden dolayı üzülmez. Demek bir insan şeytandan gelen vesveseden üzülüp sıkılıyor ise, bu onun kalbinden gelmediğinin en büyük delilidir.

Dünya nedir, niçin yaratılmıştır?

"Zira, nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver, muktedir, intizam-perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği sûrette olamaz." izahı?

Her şey gibi dünyayı da gerçek manasının ve aslî mahiyetinin dışında değerlendirmeyi akıl kabul etmez.
Akıl dışı şıklar, “zan, cehalet veya vehim” ile ifade edilirler.
"Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmasına delalet ediyorlar. Öyle ise manasını bil al, nukuşunu bırak git."

"Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; müzahrefatını at, ehemmiyet verme."

"Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envârını gör ve onlarda tezahür eden esmanın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes."

"Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alış-verişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma."

"Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise, nazar-ı ibretle bak ve zahirî çirkin yüzüne değil; belki Cemil-i Bâki'ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme."

"Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane fuzulî bir Sûrette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma."
Dünyanın aslî mahiyeti bu gibi hakikatler iken, onu bu gerçeklerin dışında yorumlamak vehimden başka bir şey değildir.

Dünya, fani bir misafirhane olduğu halde onu ebedî bir mesken olarak görmek ancak vehimdir, akıl buna ihtimal vermez ve bu şıkkı reddeder.

Yine dünyada her şey bize İlâhî bir rahmet iken, güneşten, havadan, sudan, bitkilerden ve hayvanlardan sürekli faydalandığımız halde, dünyanın hikmetsiz ve rahmetten uzak bir belde olduğunu düşünmek de vehimdir.
“Cansız varlıkların canlıların imdadına, bitkilerini hayvanların yardımına, hayvanların insanların hizmetine koştukları” açıkça görüldüğü halde, dünyayı bir mücadele meydanı olarak görmek ve “Hayat cidaldir.” demek de vehmin ürünüdür.

“Bir harfin kâtipsiz, bir iğnenin ustasız olamayacağını” her akıl kabul ettiği halde, bu kâinatı sahipsiz, tasadüfen var olmuş değersiz bir varlık olarak görmek de yine vehmin sonucudur.

Bu kâinat, her insanın farklı şekilde vehmettiği, ne olduğu bilinmez bir ülke değildir.
Onu yapan ve yaratan Zât, ondaki manaları ders veren kitaplar indirmiş, peygamberler göndermiş ve onu vehimlerin tasallutundan kurtarıp iman ehline hakikati olduğu gibi göstermiştir.

Dünya ahiretin tarlası ve bir imtihan salonu olunca, bu alemde her çeşit lezzeti ve saadeti tadacağımızı vehmetmek, hadiseleri yanlış değerlendirmemize yol açar. Bu nazarla baktığımızda musibetlere, hastalıklara, ihtiyarlığa ve ölüme bir mana veremeyiz ve bu olaylar hakkında gerçek dışı düşüncelere sapabiliriz.

“Bazı hadiselerin bizzat güzel, bazılarının ise neticeleri itibariyle güzel” olduklarını bilsek, hastalıkları günahlarımıza kefaret, ölümü bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısı olarak görebilsek dünya hayatımız da saadet içinde geçer.

Dünya hayatını gerçek manasının aksiyle değerlendirmek vehimdir, insanı aldatır, oyalar ve rahatsız eder.

tesmiye

Bu âlem en mükemmel bir şekilde terbiye edildikten sonra, kendi haline bırakılmış değil.
Onda sürekli faaliyetler, değişmeler, kemale erme ve zevale meyletmeler, hayata kavuşma, rızıklanma, hastalanma ve şifa bulmalar, izzete kavuşma ve zillete düşmeler, gülmeler ve ağlamalar, açmalar ve solmalar, ışıklanma ve karanlığa gömülmeler ve böyle daha nice işler ve haller sürekli olarak icra ediliyor ve sergileniyorlar.
Fiil failsiz olmayacağından, bütün bu birbirinden farklı ve sürekli işler, perde-i gayb arkasında her şeyin her işini gören, bütün sesleri birden işiten, bütün ihtiyaçlara birlikte cevap veren, her şeyde bizzat tasarrufta bulunan CENAB-I HAKK'ın fiillerine ve muamelelerine sürekli olarak dikkat çekerler.
İşte, bu tabloyu iyi değerlendiren bir mümin, her neye ve hangi hadiseye baksa, onun arkasında bir İlahi muameleyi ve fiili görür.
Bu hal insana bir nevi huzur verir. Çünkü İlahi fiillerin icraatları süreklidir ve bunların hiçbiri şuursuz sebeplerin, kör tesadüfün, sağır tabiatın işleri değillerdir. İşte RABBini bu şuur ile daima hatırlayan insan, bütün ihtiyaçlarını ancak O’nun gördüğünü, bütün hayırların ancak onun elinde olduğunu, kendisini bütün düşmanlarının şerrinden ancak O’nun emin edebileceğini düşünerek
“İyya ke na’büdü ve iyya ke nestain” (Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.) der.
Böyle söylemek, hazırane bir muameledir. Yani, ALLAH’tan gıyaben bahsetmek yerine, doğrudan O’na hitap etmektedir. Meselâ, “ALLAH ne kadar RAHİM ve KERİMdir.” deme noktasını aşıp, doğrudan O’na hitap ederek “Sen ne kadar RAHİM ve KERİMsin.” deme makamına ermektir.
Bu hal namaza mahsus değildir. Bir mümin, namazda Fatiha sûresini okurken “iyya ke na’büdü...”ye kadar gaibane, ondan itibaren hazırına muameleye geçtiği gibi, günlük işlerinde ve tefekkürlerinde de hadiseleri önce gaibane düşünüp, değerlendirir, sonra doğrudan ALLAH’ın hikmetine ve kudretine iltica ederek her şeyi O’ndan bilir, O’ndan bekler ve yine yalnız O’ndan korkar. Meselâ, hayırlı bir işe başlarken "BİSMİLLAH” (ALLAH’ın ismiyle) der, bu gaibanedir. Hemen akabinde “Ya RABBi sen mahcup etme, lütfunla muvaffak et!” diyerek ALLAH’a sığınmakla hazırane bir muameleye girer.
Üstat Hazretleri bu tarz konuşma hakkında şunları kaydeder:
“İnsan, bir adamın fenalığından, ayıblarından bahsederken hiddeti, gazabı o kadar galebe eder ki; hayalen, hayalî bir ihzar ile hitab suretiyle kendisine tevcih-i kelâm etmeye başlar veya iyiliklerinden bahsederken şevki ve aşkı galeyana gelir, hemen hayalinin karşısına getirir, kendisine hitab ile konuşmaya başlar. Bu iltifat ile tesmiye edilen bir kaidedir. Bu kaidenin lisan-ı Arab'da büyük bir mevkii vardır.”
Meselâ, birisinin zalimliğini anlatan kimse heyecanından ve nefretinden öyle bir noktaya gelir ki, sonunda
“Ey zalim! Bu canlara nasıl kıydın!?..”
diyerek, doğrudan ona hitap etmeye başlar.
Veya, bir kimse Sinan’ın şaheserlerini hayranlıkla seyrederken, sonunda öyle bir noktaya gelir ki
“Koca Sinan! Bir ömre bu kadar eseri nasıl sığdırdın!?..”
diyerek, ona olan hayranlığını hazırane olarak dile getirir.

22 Mart 2013 Cuma

ooo latifee

O lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür... Cümlesini açar mısınız?

İnsanının mahiyetinde binlerce latife vardır.
Bu latifelerin varlığını bir ağaçla sembolize etmeye çalışalım.

Latifelerin kimi, ağacın kökleri gibi, kimi gövdesi, kimi dalları, kimi yaprakları ve kimi ise tomurcukları gibidir. Bütün bunların gayesi iman ve ubudiyet meyvesini netice vermektir.

Ağacın kök ve gövdesi, en şiddetli soğuklara, en sert rüzgarlara karşı dayanabilirken, yaprak ve tomurcukları hafif bir rüzgarla hemen düşebiliyorlar.

İşte insandaki duyguların bir kısmı en büyük günahlara maruz kaldığı halde yine varlığını devam ettirebilirken, bir kısmı en ufak bir gaflete tahammülü olmuyor ve bir daha dirilmemek üzere ölüyor.

Mesela, inanma ihtiyacı bir duygudur (nokta-i istinad ve istimdad gibi). Bu duygu her günaha rağmen varlığını hisettirir. Ve hatta sahibinin elinden turar, bataklıktan çıkarır.

Dine hizmet etmek, başkalarının imanının kurtulmasına hizmet etmek de bir duygu ve latifenin tezahürüdür. Bu latife bir peygamberde kemalini bulunca, uykusu kaçar ve kendisini helak edercesine başkasının imanının kurtulmasına hizmet eder. Bir başkası; "Ya RABBi vücudumu o kadar büyüt ki, cehennemde başkasına yer kalmasın" der. Bir başkası, "Karşımda bir yangın var alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor, onu kurtarkmaya koşuyorum" der.

Ancak iman ettiği halde, "bu insanları sen mi kurtaracaksın, ibadetini yap, başka şeye karışma, başkalarının kurtulması sana mı kalmış" diyen de olabiliyor.

Bu farklılık, latifelerin; hüşyar, ölü veya solgun olmaya bağlı olarak ortaya çıkan hallerdir.

Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değen bir hayat değildir" der Sokrates...

Bazı insanların ağzında ben kendisiyle barışık bir insanım veya ben tabiatla barışık bir insanım şeklinde sözler sıklıkla tekrarlanır. Tam olarak bu cümlelerin ne manaya geldiğini bilmemekle beraber, eğer güzel bir mana vermek gerekirse bunun insanın kendi varlık gayesine ve kainatla ilgili vazifesine en güzel şekilde mazhar olma, yani ahsen-i takvim üzere olma şeklinde anlaşılabileceğini ve bunun da yegane vesilesi namaz.

Bediüzzamanın 9. sözde ki şu muhteşem ifadeleriyle insan, kainat, namaz ilişkisine dikkat çeker.
Nasılki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i musaggarıdır ve Fatiha-i Şerife, şu Kur'an-ı Azîmüşşan'ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibâdâtın enva'ını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.”

Bu ifadelerin devamında bir günün ve o gündeki namaz vakitlerinin bir yılın, insan ömrünün ve kainatın ömrünün özeti olduğu ve o zamanları insana hatırlattığı izah edilir. Her bir namazda kainatın özeti olan insan, Kur’anın özeti olan fatiha, tüm zamanların özeti olan hazır gün ve tüm mahlukatın tüm ibadet çeşitlerini barındıran namaz buluşur. Bu muhteşem buluşma ile insan kendini, kainat içerisindeki konumunu, vazifesini, değerini, varlığının hikmetini, Kur’an hazinesini, fark eder, öğrenir ve gereğini ifa eder.

Tüm kâinatın kendisine hizmet ettirildiği insan kainatı temsil etme, kainatın kulluğunu fark edip ALLAH’a sunmakla vazifelidir. İnsanın dış âlemdeki bir nesneyi fark etmesi için o nesneyi tanıyacak bir cihaza ve o nesnenin numunelerine sahip olması gerekir. Böylece onları fark eder, anlar ve temsil edebilir. Mesela anne olmayan, anneliğin nasıl bir his olduğunu bilemez. Bu yüzden ALLAH insana tüm maddi âlemlerden bir numune yerleştirmiş. İnsanı kâinat ağacının meyvesi şeklinde yaratmış. Işığı yaratmış insana gözü takmış.
Kokuları yaratmış insana burun takmış.

Tabi insanın tanıma ve temsil etme görevi sadece maddi âlemle sınırlı bırakılmamış. Maddi âlemlerin yanında manevi âlemleri fark etme, eşyanın melekût boyutunu fark etme ve temsil etme görevi de yüklenmiş. Eşyanın ALLAH’ın güzel isimlerine nasıl ayine olduğunu fark etme gibi. Ve bu vazifesini yapması için de manevi âlemlerden numuneler insana yerleştirilmiş. Mesela hafıza, alemi mahfuzdan haber verir.

İnsanın maddi alemi doğru algılaması maddi cihazlarını yerinde ve doğru olarak kullanmasına bağlı. Mesela gözünü zararlı ışıklarla bozan birisi eşyayı net göremeyecektir.
Eşya konusundaki ölçümleri yanlış olacaktır. Aradaki farkı düzeltmek için gözlüğe ihtiyaç duyacaktır.

İnsanın manevi âlemlerle ilgili yani eşyanın melekût, mana âlemiyle ilgili vazifesini, değerini doğru anlamak ve temsil etmek ancak manevi cihazları doğru kullanmakla mümkün. Kalbini günahlardan korumayan ve doğru vazifelerde istihdam etmeyen, aklını batıl fikirlerden, malayani meraklardan korumayan ve ALLAH’ın güzel isimlerinin tecellilerini fark etmekte kullanmayan eşyanın manası hakkında doğru tespit yapamaz. Doğru ölçüm yapamayan doğru değerlendirme yapamaz, doğru değerlendirme yapamayan doğru kararlar veremez, doğru kararlar veremeyen hakikate ulaşamaz. Hakikata ulaşamayan ve gereğini yapamayanlar yalanlarla, vehimlerle, korkularla, acılarla dolu bir hayat yaşar.

Kısacası, kendisine emanet edilen maddi ve manevi cihazları veriliş gayesine uygun olarak beş vakit namazda kullanıp kendisiyle, kainatla, zamanla, Kur’anla doğru şekilde tanışmayan, kainattan ve olaylardan korkan, karşısında titreyen, kainata takılan, her şeyi kendinse düşman gören bir vaziyete düşer.
Her ne kadar kendisiyle ve kâinatla barışık olduğunu söylese de barışık olduğu vücudunun yıpranmasından, barışık olduğu kâinatın bir gün haydi dışarı deme ihtimalinden dehşet alır.

Kendimizle, olaylarla, musibetlerle, kâinatla, kâinattaki hadsiz mahlûkatın tesbihatıyla tanışmak, barışık olmak onlarla dost olmak ve hem dünya da hem ahirette şefaatlerine mazhar olmak istiyorsak her gün beş defa sunulan muhteşem tanışma, barışma, paylaşma davetine kayıtsız kalmayalım.

ibadetlerin vakti

İstemek, ihtiyaç sahibi olmak, musibet ve sıkıntıların hepsi insanı duaya ve ibadete teşvik ve ihzar eden İlahi takdir ve planlamalardır. İnsanın muhtelif ihtiyaç ve taleplerinin hepsi ALLAH’ın bir ismine götüren yollar ve gerekçelerdir. Mesela, açlık ihtiyacı insanı REZZAK ismine götürür, hastalık hali ŞAFİİ ismine götürür ve hakeza, her bir ihtiyaç ve sıkıntı insanı bir şekilde ALLAH’a götürüyor.
İnsanın bu istemek ve ihtiyaçlar ile donatılmasında asıl maksat ALLAH’ı tanımak ve bilmektir. Yoksa maddi ve manevi fayda ve menfaat temin etmek değildir. İbadetin ruhu ve özü bu anlamdadır. Çağımızın insanları maddeci felsefe ile boyandığı için, katıksız ve ivazsız ibadetin manasını anlamakta zorluk çekiyorlar. Dua ve ibadetleri sadece maddi ve manevi ihtiyaçları temin etmek ya da sıradan bir alış veriş hesabı olarak görüyorlar.
Halbuki iman ve ibadet sırf ALLAH için olmalıdır. İbadetin illeti yani yapılış gerekçesi ALLAH’ın emridir, neticesi ve menfaati ise ALLAH’ın rızasını kazanmaktır. İhtiyaç ve sıkıntılar ise bu ibadetlerin vaktinin bir alameti, bir işaretidir.

İbadetin özü ve ruhu ihlas

Nasıl lafız mananın, kabuk özün, şekil muhtevanın, madde mananın üstünde ve onu tarif eden bir nişane ve levha ise, aynı şekilde sevap ve bunu somut hale getiren gün ve kıstaslar da ihlasın üzerinde bir nişane ve levha hükmündedir. Akşam vakti akşam namazının belirgin ve görünür olmasında nasıl bir nişane ise, ihlasa mebni olan amellerin şekil ve kıstasları da ihlasın yakalanmasında ve belirgin hale getirilmesinde bir nişane ve sembol hükmündedirler.
Şayet ALLAH TEALA ve PEYGAMBER EFENDİMİZ (asv) şekil ve kıstas bildirmeden direkt ve soyut bir şekilde ihlası kazanın diye emir verseydi, kimse ne yapacağını bilemez ve bir karmaşa ve kaos olurdu. Kimse ibadetin özü olan ihlasa güç yetiremezdi. Tıpkı bilinmeyen ve görünmeyen soyut bir ruhun, maddi ölçülerle aranmasının zorluğu gibi. İnsanlar ihlası meşakkat ve zorlukla arayacaklar ve elleri büyük bir çoğunlukla boş dönecekti. İnsanlara kolaylık olması için ALLAH ve RESULÜ(asv) ibadetlerinin mana formatının üzerine görünür ve somut bir şekil ve nişane formatı da koymuş ki, herkes rahatlıkla o manaya intikal edebilsinler.
İbadetlerin sevapları, şekilleri, vakitleri, normları tamamen ibadetlerinin mana ve muhtevasını yakalamada ve kazanmada bir araç, bir sebep, bir nişane, bir sembol hükmündedirler. Araçlar asla amaçların yerine geçemezler, şayet geçmiş iseler, bu, ibadet olmaktan çıkıp, tamamen şekilsel bir ritüel ve içi boş bir merasim olurlar.
İbadetin özü ve ruhu ihlas iken,
şekil ve elbisesi de maddi kıstaslar ve teşvikçi sevaplardır, denilebilir.
Bu sebepten dolayı sevap ve şekiller ibadette ihmal edilemezler, onların izi ile ihlasa gidilir.

sen olmazsın...

"Her günah içinde küfre giden bir yol var."
Şayet kişi işlediği günahları tövbe ve istiğfar ile imha etmeyip, kalbin beyaz ve nurani yapısını siyahlandıra siyahlandıra en sonunda imana kabiliyet kalmayacak bir şekle ve kıvama getirir ise, ALLAH’a düşmanlık kaçınılmaz hale gelir. Kişi nihayetinde günahların müptelası ve tiryakisi, ALLAH’ı da günahlara engel bir tehlike addetmeye başlar. Hal böyle olunca, müptela olduğu günah hesabına önce ALLAH’a düşman olma, sonra da ALLAH’ı inkar etme meyli ve arzusu oluşur.
Günah ile küfür arasında kuvvetli bir bağ vardır. Şayet günah tövbe ve istiğfar ile imha edilmez ise, bu bağ bir şekilde küfre incirar eder (küfre doğru uzar). Bu sebeple günahlar hakkında dikkat ve hassas olmak ve takvaya önem vermek gerekir.
Günaha maruz kalınca, hemen bir iyilik yapmamızı, bir sevap işlememizi EFENDİMİZ (asv) tavsiye ederek; böylece günahın kalbimizde iz bırakmasını önlemiş oluruz.

sebebi var

"Ehl-i hakkın ihtilafı hakikatsizlikten gelmediği gibi, ehl-i gafletin ittifakı dahi hakikattarlıktan değildir." ifadesinin açıklamasını yapar mısınız?

İnsanı yanlışa sürükleyen şeyler, ekseriyetle yanlış fikir ve inançlardır.
Bu yüzden ekser insanlar yanlış davranış ve amellere bakarak kişinin yanlış bir inançta olduğu hükmüne varır. Bu durum genel olarak doğru olmakla beraber, bazen de yanlış olabilir.
Şimdi ehl-i hakkın ihtilafa düşmesi yanlış bir davranış ve ameldir. Biz kalkıp bu yanlış davranış ve amelden hareketle, bunların iman ettiği şeyler de hakikat değildir dersek, yanlışa düşmüş oluruz. Bu yüzden ehl-i hakkın şu yanlışı hakikatsiz bir iman ve inançtan dolayı değil, kendi zaaf ve yanlışlıklarından dolayıdır, demek gerekir.
Üstad Hazretleri bu manayı veciz bir şekilde; Ehl-i hakkın ihtilafı hakikatsizlikten gelmediği gibi,..” sözü ile özetliyor. Hakka inanan birisinden haksız ve yanlış ameller sadır olabilir. Müslümanlar hakka iman etmişler, ama haksız ve yanlış ameller içinde olabiliyorlar.
Durum ehl-i nifak için de aynıdır. Onların ittifak gibi güzel bir amelde bulunmaları, onların inançlarının hak ve doğru olduğu anlamına gelmiyor.
Kafirler dünyada işlerini ve ücretlerini taksim edip tanzim ettiği için, kendi aralarında ihtilafa sebep olacak noktaları bu tedbir ile halletmişler. Tabiri yerinde ise, ücret ve menfaatleri kendi aralarında pay etmişler. Bu yüzden kimse payını kaybetmemek için rekabet edemiyor.
Ama Müslümanlar içinde böyle bir teşriki mesai ve tanzim işi yoktur. Bir Müslüman için ayrılmış bir ücret, bir pay olmadığı için, hedef ve gayesi muallakta kalıp umuma bakıyor. Yani potansiyel olarak her şey onun hedefinde gibi oluyor. Böyle olunca da sair dindaşları ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz hale geliyor.