30 Nisan 2013 Salı

masum değiliz hiç birimiz

"Zalim ALLAH'ın kılıcıdır, onunla önce intikam alır, sonra da ondan intikam alınır." sözünden ne anlamalıyız? Burada irade devre dışı mı kalıyor?

Aynı olay üstünde beşer zulmederken kader adalet edebilir.
Örneğin, bir adam geçmişte bir cinayet işler ve bunu saklar, ceza almaktan da kurtulur. İnsanlar onun katil olduğunu bilmez. Bir zaman sonra bu adam hiç karışmadığı ve tamamen suçsuz olduğu bir olay yüzünden hapse atılır. Halbuki adamın bu olay ile hiçbir ilgi ve irtibatı yoktur.

İşte kader, bu adamın geçmişte işlediği cinayetine ceza olarak bu olayda onu mahkum eder, bu adalet olur. Aynı olayda ona iftira atıp hapse girmesini temin edenler ise, ona zulmetmiş ve iftira etmiş olurlar. Yani kader onu eski ve gizli kusurundan dolayı mahkum ederken, insanlar ise haksız ve iftira ile onu içeri atıyorlar.

Öyle ise bu adamın hapse düşmesinde kader adil iken beşer ise zalimdir. Hayatımız başımıza gelen musibet ve sıkıntılara bu nazarla bakabiliriz.
İşte soruda geçen konuyu da bu açıdan değerlendirdiğimizde, zalim kendi iradesiyle diğer bir zalime zulmederken, ALLAH adalet etmektedir.
“Zâlim, yeryüzünde ALLAH’ın adâletidir. ALLAH onunla (başkalarından) intikâm alır. Sonra (döner), ondan da intikâmını alır.” (bk. Keşfu’l-Hafâ, 2/64)

ALLAH'ın haricinde mahlukatı sevmek neden acı ...

ALLAH’ın hatırını saymayan, onu hesaba katmayan her sevgi ALLAH’ı dışlayan bir sevgidir. Böyle bir sevgi ise, lezzetten çok elem ve acı verir, mutluluk yerine sıkıntı verir.
Çünkü, Kalbin batını, ALLAH’ı sevmek için yaratılmış, kalbin süveydası ALLAH’a sevdalı olmak için var edilmiştir. ALLAH için yaratılan bir cihazı ondan başkası için kullanmak, emanete hıyanet, gayr-ı meşru bir tavır ve bir yolsuzluk olduğu için arzu edilen lezzet ve mutluluk yerine, elem ve keder akıtan bir musluk hükmüne geçer.
Baki-i hakiki olan ALLAH’ın sevgisini taşımak, onun aşkını yansıtmak, onun cemal ve celalinin sevdalısı olmak için yaratılan ve bu yönüyle bir SAMED aynası olan Kalbin içindeki sevda mahallini, fani, geçici, değersiz, kıymetsiz şeylere açmak, onu onlarla meşgul etmek, acı ve kederlere davetiye çıkarmak anlamına gelir.
Çünki “zeval-i lezzet, elem olduğu gibi; zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşk-nameleri olan manzum kitabları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryaddır. Her birinin, bütün divan-ı eş'arının ruhunu eğer sıksan, elemkârane birer feryad damlar”(Sözler, 215 ).

Rüzgârdan açılsa kapım, bir ânda,
Kara haber gelmiş gibi ürkerim.
Sanki gemilerim battı ummanda,
Paramparça oldu gökte ülkerim.

Ne acı, kaybetmek için sahiplik!
Ölümlüyü sevmek, ne korkulu iş
Hayat mı, püf desen kopacak iplik,
Çıkmaz sokaklarda varılmaz gidiş.

(N-F-K/1972)

iyi poz vermeye çalış:)

Küfür kelimesi, imanın zıddıdır. Kafirin dünyası karanlıklarla doludur.
Zira küfür, insanın ALLAH'a olan intisabını keser, atar. ALLAH ile bağını koparan insan ise, hem kalbinde, hem ruhunda, hem aklında zulmetler içinde yaşar. Kur'an, kafirlerin dünyasını şöyle anlatır:

"Onların amelleri okyanustaki karanlıklar gibidir. Okyanusu bir dalga bürümekte, onun peşinden bir başka dalga gelmekte. Onun da fevkinde bulut var. Böylece üstüste zulümatlar (karanlıklar)... Öyle ki, elini çıkarsa, nerdeyse onu bile göremeyecek." (Nur, 24/40)

Küfür, bütün varlıklara karşı bir hakarettir. Çünkü her varlık ALLAH'a ibadet eder. Her birisi RABBANİ bir mektup, SÜBHANİ birer ayine ve ALLAH'a birer memurdur. Küfür, bu cihetleri örtüp gizlediğinden ve onları abesiyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine indirdiğinden hadsiz bir cinayet olup, nihayetsiz bir cezayı gerektirir.

İnsanda bulunan duygu ve özellikler, ya aynıyla ya da zıddıyla bize ALLAHı tanıttırmaktadır. Mesela insana görme ve işitme özelliği verilmiştir. Bundan anlaşılır ki ALLAH her şeyi gören ve işitendir. Ancak onun işitmesi bizim gibi değildir. Bizde bulunan bu özelliklerle biliriz ki ALLAH görür ve işitir. Ancak biz bu görme ve işitmenin mahiyetini anlayamayız. İnsanoğlu o sınırlı aklıyla sonsuz kemalde olan ilahî sıfatları tam mânâsıyla idrak etmekten çok uzaktır. Sonsuz aciz olan insanın, sonsuz bir kudreti kavraması elbette mümkün değildir. Akıl, ancak bu kudretin varlığını tasdik eder ve icraatlarına hayran olur.

Sonsuz kudret tecellilerini hayretle seyreden insanın, aynı tavrını sonsuz ilim ve hikmet karşısında da göstermesi gerekirken, bunu birçok kişinin başaramadığı görülür. Araya nefis girer, hissiyat girer, bilgi eksikliği ve aklın zafiyeti girer. Ve insan, hikmetini anlayamadığı ilâhî icraatlar karşısında teslim ve tevekkül yerine, itiraz ve isyan yoluna girebilir.

ALLAH, insana bir irade sıfatı vermiş ve dünya imtihanının bir gereği olarak, onu dilediği yola gitmekte serbest bırakmıştır. İrademiz, ALLAH’ın irade sıfatını bilip ona iman etmekte bizim için çok önemli bir sermayedir.

Şu kainatın ve içindeki varlıkların Sanii olan CENAB-I HAKK, şu kainatı çok ciddi gayeler için yaratmıştır.

"Biz göğü, yeri ve bu ikisi arasında olanları oyun olsun diye yaratmadık." (Enbiya, 21/16)

"Göğü, yeri ve bu ikisi arasında olanları boşuna yaratmadık." (Sad, 38/27)

Bütün varlıklar, kendilerine mahsus dillerle Yüce Yaratıcıyı tesbih ve takdis ederler. Kendilerine tevdi edilen görevleri büyük bir zevk ve şevkle yerine getirirler.
Mesela güneş bir saniye bile geri kalmadan kendine çizilen yörüngede yoluna devam eder. Irmaklar bir cuş u huruşla denizlere doğru akar. İnsanın emrine verilen hayvanlar tam bir itaatle ona hizmet eder.

İlahi emirleri yerine getiren bu varlıklar içinde, insanlar ve cinler farklı bir konuma sahiptirler. Gerçi onlar da, "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."(Zariyat, 51/56) ayetinin hükmünce ibadetle mükelleftirler. Fakat bunu yapıp yapmamakta serbesttirler.

İnsan ve cinlerin bu farklı konumu, onlara verilen iradeden kaynaklanır. Onlar bu irade ile imanı veya küfrü, iyiyi veya kötüyü, güzeli veya çirkini, itaati veya isyanı... seçebilirler. CENAB-I HAKK bunu şöyle bildirir:


"De ki: RABBinizden size hak (gerçek) gelmiştir. Artık dileyen inansın, dileyen inkar etsin."
(Kehf, 18/29)

"Biz ona (insana) yolu gösterdik. İster şükreder, isterse nankörlük yapar." (İnsan, 76/3)

Arzın halifesi olan insanın, büyük ve küçük her ameli görevli melekler tarafından kaydedilmektedir.

"Üzerinizde koruyucu, kiramen katibin (değerli yazıcı) melekler var. Bunlar, siz ne yaparsanız hepsini bilirler." (İnfitar, 82/10-12)

İnsanın, ehemmiyetli rütbesi ve dünyada yaptıklarının karşılığını diğer alemde görecek olması, böyle bir kitabeti gerektirir. Nasıl ki medya mensupları sıradan bir vatandaşın peşinde dolaşmazlar; ama, başbakan gibi yüksek bir mevkide olanı gölge gibi izler, her yaptığına dikkat eder, ağzından her çıkanı kaydederler. Onun gibi, arzın halifesi olan insanın her yaptığı meleklerce yazılır, her söylediği kaydedilir.
Şu yeryüzü sahnesinde her yaptığının meleklerce kaydedildiğini bilen insan,
"Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum."der,
iyi poz vermeye çalışır.
Ve kulaklarında hep şu İlahi hatırlatmalar çınlar:

"İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?" (Kıyame, 75/36)

"Yoksa siz, bizim sizi abes / boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (Müminun, 23/115)

29 Nisan 2013 Pazartesi

bir yudum su kadar bile değil

"Eser, ustasını idrâk edemez" hakikatınca, akıl da HâLIK'ının hakikatini kavrayamaz.
Çünkü, O'nun mahlukudur, eseridir. Her mahluk gibi akıl da sınırlıdır. Görmenin, işitmenin ve diğer bütün hislerin sınırlı birer sahası olduğu gibi, aklın da belli bir idrak sahası, belli bir intikal gücü vardır. CENAB-ıIHAKK'ın kudsî mahiyetini idrak etmek, aklın kavrama ve intikal sahası içinde değildir.

Bir insan, değil ALLAH'ın zâtını, kendi ruhunun, hayâlinin, vicdanının dahi mahiyetlerini kavrayamaz. Çünkü, bunlar cismanî olmadıklarından akıl onlara bir suret giydiremez, bir şekil veremez.

Meselâ, hayal için ne uzunluktan, ne kısalıktan; ne yaşlıktan, ne kuruluktan; ne büyüklükten, ne küçüklükten söz edilemeyeceği için akıl ona bir bir hudud çizemez ve onu kavrayamaz.
Bununla birlikte hiçbir insan, mahiyeti meçhul olan bu varlığı inkâr da edemez.
Her âletin bir kapasitesi, her terazinin tartabileceği asgarî ve azamî yükler vardır. Bir tonluk kantarla, ne on tonluk demir tartılabilir, ne de on gramlık altın. Her iki halde de, âlet bize bir fikir vermez, sadece hareketsiz kalmakla yetinir.
İnsanın bütün duyu organları da birer terazi gibidir. Nitekim insan, çıplak gözle mikropları da göremiyor, ışığı dünyamıza ulaşmamış yıldızları da. Bir mikroskop, bir teleskop onun görüş ufkunu biraz genişletir, ama yine de belli sınırların dışına taşamaz. İnsanın işitmesi de öyledir, koku alması da.

Hz. Musa ve Hızır

Musa aleyhisselâm, birgün Hazret-i Hızır’ı “aleyhisselâm” görünce, ona yaklaşıp selâm verdi. Selâmına cevap veren Hızır aleyhisselâm sordu:
- Burada selâm veren bulunur mu? Sen kimsin?
- Ben Musa’yım “aleyhisselâm”
- İsrailoğullarının Musa’sı mı?
- Evet.
Bu tanışmadan sonra, Musa aleyhisselâm, asıl maksadını söyledi:
- ALLAHÜ teâlânın sana ihsan edip bildirdiği ilimden, biraz öğretmen üzere sana tâbi olayım mı?
Bunun üzerine Hızır aleyhisselâm şu cevabı verdi:
- Ya Musa! Bende, ALLAHÜ teâlânın ihsan edip verdiği öyle bir ilim vardır ki, sen onu bilemezsin. Sende de ALLAHÜ teâlânın sana verdiği öyle bir ilim vardır ki, ben de onu bilemem. Sen benimle beraber olamazsın ve bende bulunup, sende olmayan ilmim ile yaptığım işlere sabredemezsin!
- Beni inşaALLAH sabırlı bulursun. Senin hiçbir işine müdahale etmem.
- Ben sana hikmetini ve sebebini izah edinceye kadar, yaptığım işler hakkında bana sual sormamak şartıyla, benimle beraber olabilirsin.
Musa aleyhisselâm, oraya kadar beraber geldikleri Yûşa aleyhisselâmı İsrailoğullarının yanına gönderdi.
Hızır aleyhisselâm, Musa aleyhisselâm ile sahil boyunca bir müddet yürüdüler. Giderlerken bir geminin geçmekte olduğunu gördüler. Gemicilere, kendilerini gemiye almalarını söylediler. Gemiciler Hızır aleyhisselâmı tanıyıp, onları ücretsiz olarak gemiye bindirdiler. Bu sırada bir serçe geminin kenarına konup, denizden bir iki yudum su aldı. Hızır aleyhisselâm, bu kuşu göstererek dedi ki:
-Ya Musa, ALLAHÜ teâlânın ilmi yanında benim ve senin ilmin; denizin yanında, şu serçenin denizden aldığı bir yudum su kadar bile değildir....

Bir gül yaprağı üzerinde parlayan bir damla su,
semanın genişlik ve derinliğini hakikatıyla kavrayamayacağı gibi, insanın da, o sınırlı aklı, sonsuz âlemleri yoktan var eden bir Vâcibü'l-Vücud'un kudsî mahiyetini kavrayamaz.
ALLAH' ın bütün sıfatları sonsuzdur, mutlaktır, ezelî ve ebedîdir. Akıl ise sınırlıdır, kayıtlıdır, sonradan yaratılmıştır. Kayıtlı olan mutlak olanı, sınırlı olan sonsuz olanı, sonradan yaratılan ezelî ve ebedî olanı elbette kavrayamaz. İnsanın bunu bilmesi, yâni CENAB-I HAKK'ın kudsî mahiyetini idrâkten âciz olduğunu anlaması gerçek idraktir.

28 Nisan 2013 Pazar

İnsanlar imani konularda nasıl aldanıyorlar?

İlk insan Adem (as)'dan beri insanlık, birbirine zıt iki yolda yürüye gelmiştir. Bu, kıyamete kadar da böyle devam edecektir. Bu yollardan biri, iman ve hidayet yolu; diğeri de küfür ve dalalet yoludur.
İnsaf ve vicdan ışığında bakıldığında, bütün güzelliklerin, hayır ve kemalatın, huzur ve saadetin iman yolunda; çirkinlik, şer, tahrip ve hakka tecavüzlerin de küfür yolunda olduğu açık bir şekilde görülecektir.

Dış dünyadaki bu kutuplaşma ve zıtlaşma, insanın iç dünyasında da cereyan etmekte, duygular ve hisler arasında çatışma şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kalp, akıl, vicdan insanı iman yoluna sevk ederken, nefis, his, heva ve vehim de inkar yoluna iterler. İnsanın iç dünyası bu zıtların çarpışmalarına her zaman sahne olur. Bunlardan hangisi ağırlık kazanırsa, insan o cephede yerini alır, o yolda yürümeye başlar.

Bu alanda, insanı küfre sevk eden, fikri sapıklığa (dalalete) düşüren sebepler

1. Cehalet

Geçmişte ve günümüzde insanların küfre girmesine sebep olan saiklerin başında cehil gelir. Feza araştırmaları yapan insan da eğer ALLAH'a inanmıyorsa, inanmamasındaki birinci sebep cehalettir.
Burada kastedilen cehalet, eşyanın var oluşundaki niçin ve nedeni muhakeme eksikliği, yani basit ve sathi düşünmedir.

Cehaletin bir sebebi de, taassup ve taklittir. Geçmiş peygamberler, kavimlerini imana ve tevhide davet ederken, karşılarına çıkan en büyük engel, bu olmuştur. Onlar, kavimlerinin taassubu ve atalarının sapık inançlarına körü körüne bağlılıkları ile ciddi mücadele vermişlerdir. Kur'an'da da bu husus üzerinde önemle durulur ve yanlışlığı vurgulanır.

Amr Bin As'a, bir gün:
"Sen akıllı bir adamsın, İslamiyet’i kabulde gecikmene ne sebep oldu?" diye sorulmuştu.

"Biz, bizden önceki kuşaktan yaşlı-tecrübeli, bize hakim bir toplulukla bir arada bulunuyorduk. Onlar karşılıklı dağlar arasındaki bir dağ yolunu tutup gittiler. Biz de oraya çıkıncaya kadar onlara uyduk. Onlar Peygamberi (asm) inkar ettiler, onlarla birlikte biz de inkar ettik. O zaman yaptığımız iş üzerinde hiç düşünmedik. Sadece onları taklit ettik. Onlar ölüp gidince, işler bize kaldı. Kendimiz düşünüp karar vermek zorunda kaldık. Peygamberin (asm) işine bizzat bakıp doğruluğunu anlayınca, İslamiyet sevgisi kalbimize düştü..."

Günümüzde de durum değişmiş değildir. Çağdaş inkarcılar da, kendilerine büyük tanıdıkları, üstat kabul ettikleri şahısların ilkelerine, doktrinlerine, ideolojik fikirlerine, taassupla bağlı, körü körüne sadıktırlar.

2. Kibir ve Gurur

Şeytanın Hak'tan sapmasına ve rahmetten kovulmasına, bu duygu sebep olmuştur.

Kibir, büyüklenme ve kendini yüksek görme hissidir. Kibir duygusunun asıl yeri, ALLAH hesabına, bütün kafir ve inkarcılara karşı üstün olmak, imanın izzetini korumak uğrunda hiç kimseye baş eğmemektir. Fakat düşüncesizlik ve gaflet yüzünden bu duygu insanı yoldan çıkarır, ALLAH'a ve RESULÜ (asv)'e isyan bayrağını açtırır. Nitekim Nemrut’un ve Firavun'un kibri, onları, ALLAH'a karşı üstünlük taslamaya sevk ederken; Ebu Cehil'in kibri de kendisini Hz. PEYGAMBER(asv)'e karşı üstün görmeye sevk etmiştir.


3. Duygu yanılmaları ve yanlış değerlendirmeler (İnhiraf)
İnsanı küfre atan mühim bir sebep de, inhiraf denen duyguların yanılmasıdır. Tıpkı suyun içindeki bir cismi kırılmış gibi yanlış görme, hükmü ona göre verme ve o hüküm üzerinde fikir yürütmedir.

4. Günahlara müptela olmak

İşlenen her bir günah, insanın kalp ve ruhunda yaralar açar, iman nurunu karartmaya başlar, insan günahta ısrar ettikçe kalbi, siyahlaşıp katılaşarak iman nurunu bütünüyle kaybedecek dereceye gelir. Bu bakımdan her günah içinde küfre gidecek bir yol vardır.

İşlenen günahların lekeleri tövbe ile hemen silinmezse, kalbi tamamen kaplayıp insanı küfre kadar götürebilir.

ilim olmadan cehaletten kurtulmak imkânsız

“Ya; insanı, put'un karşısında "el-pençe divan" durduran sebep ile Tanrı karşısında kıyam ettiren sebep aynı ise? Misâl; Tanrı, yarattığı insanın beklenti, zaaf ve korkularını kullanarak, kendisi için "iman" devşirmeye tenezzül eder mi ?”
Bir an için -farz muhal- diyelim ki, ALLAH’a karşı el pençe durmakla, bir putun karşısında el pençe durmak aynı korku ve ümitler sebebiyledir. Peki, bu iki korku ile iki ümit arasındaki farkı nasıl görmezlikten gelebiliriz. Her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında, bütün kâinatın tek yaratıcısı olan, bütün yarar ve zararları kendi elinde tutan ve varlıkta yegâne hükümran olan ALLAH’a karşı duyulan korku ve ümit ile, elinden hiç bir şey gelmeyen, kendi varlığından bile haberi olmayan,
bize asla ne zararı ne de yararı dokunmayan cansız putlar ve heykeller karşısında duyulan korku ve ümit aynı olabilir mi?
Hakikat ile hayal, akıl ile hezeyan, gerçek ile kuruntu, doğu ile batı, yer ile gök, cennet ile cehennem ne kadar birbirinden uzaksa, bu iki duruş da o kadar birbirinden uzaktır.
- ALLAH’ın kimseden bir beklentisi yoktur.
Bir padişahın halkına verdiği hediyelerini bir rüşvet olarak telakki etmek, bir doktorun hastasına verdiği ilaçları bir beklenti aracı olarak düşünmek, bir anne-babanın evlatlarına gösterdikleri ilgiyi bir menfaat devşirmek olarak algılamak ne kadar çirkin bir saplantı ise, hiç bir şeye muhtaç olmayan ALLAH’ın dünyada verdiği nimetlerine teşekkür edip edepli olduğunu gösteren kulları ile edepsizlik eden şımarık kullarını ayırt etmek ve ahiretteki karşılığı ona göre tevzi etmek için yaptığı iman davetini bir nevi menfaati devşirme olarak tasavvur etmek, hezeyanların en antika çukurlarında bocalamak anlamına gelir.
Şu mealdeki ayet-i kerime bu hastalığı tedavi edecek güçtedir
“Ey insanlar! Siz hepiniz ALLAH’a muhtaçsınız. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her türlü övgülere ve hamdlere lâyık olan ise ancak ALLAH’tır. O dilerse sizi ortadan kaldırır ve yerinize başka mahlûklar yaratır. Bunu yapmak ALLAH’a zor değildir.”
(Fatır, 35/15-17)

26 Nisan 2013 Cuma

ruhun volkanı

insanoğlunun aklı ve şuuruna çarpan öyle harika bir varlık düzeni, öyle eşsiz bir kâinat modeli, öyle yokuş-yukarı olaylar var ki, hayret etmemek, şaşkınlık göstermemek mümkün değildir.
İşte insanoğlu, aklının sınırlarını zorlayan ve duygularını sarsan dehşet verici olaylar karşısında kâinatın işleyişindeki kaderin hikmetli elini görüp çözümleyemediği için, tüm bu durumların sahibini hatırlar ve ancak onun aşkın hikmetini medh-u sena ederek ve tespih ederek ona sığınmak suretiyle ruhen teneffüs eder.
Yerküresini sarsıntıdan koruyan, zeminin kalbinden çıkan dağlar ve dağların volkanik teneffüsleri olduğu gibi,
insanın psikolojik zeminini sarsmaktan koruyan da, onun kalbinin zemininden çıkan ve ağız bacasından nefes almasına imkân veren tespih ve tekbir ile tahmiddir.

İnsan sadece maddeden ibaret bir yaratık olsaydı, elbise giydiğinde, midesi doyduğunda bütün meseleleri bitmiş olurdu.
Ancak onda ruh, kalb, akıl, sır gibi bir kısım manevi duygu ve kabiliyetler vardır ki, havaya, suya, güneşe muhtaç olduğumuz kadar bunlar da gıdaya muhtaçtırlar. Bunun içindir ki, refah, lüks ve konfora ulaşmış nice insan, ruh ve kalpleri aç olduğu için gerçek doyuma ulaşamamakta, huzursuzluktan kurtulamamaktadırlar.
"Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler." (İbrahim Sûresi, 14:3)
Eğer insan ruh ve kalbine yabancılaşıp sadece ve sadece maddesiyle ilgilenir, dünyayı bile bile ahirete tercih eder, fani dünyanın kırılacak şişeleri hükmündeki değersiz işlerini ebedi hayatın elmas hükmündeki işlerine üstün tutar, geçici ve zehirli bala benzeyen gayr-ı meşru ve peşin bir kısım zevk ve lezzetler uğruna ahirette verilecek bitmez tükenmez lezzetleri elinin tersiyle iter, haram helal demeden bir hayat sürerse, böyle kimseler maddi ve manevi hayatlarını tehlikeye atıyorlar demektir.
Hem dünya, hem de ahiret hayatlarını karartmaktadırlar.
İşte böylesine dehşetli hastalıklara yakalanmamak için İlahi ölçülerin dışına taşmamak, şu geçici hayat yerine ebedi hayatı ön planda tutmak gerekir.

25 Nisan 2013 Perşembe

anlaşabiliriz...

Bu imtihan dünyasında, insanlar nefislerinden ve şeytandan gelen kötü telkinlerle, İlâhî fermandan gelen hidayet haberleri arasında bir mücadele verirler.
Kazanılan her mücadele, yani yapılan her ibadet, vazgeçilen her kötülük, uzak durulan her haram nefis için bir terakki basamağı ve bir temizlenme ameliyesi olur. Yükselme yoluna giren bu nefsin son durağı rıza makamıdır; ALLAH’ın taktir ettiği her şeyi rıza ile karşılayan ve böylece ALLAH’ın da kendisinden razı olduğu bir nefis olma makamı.
Bu makama eren nefse, CENAB-I HAKK şu hitapta bulunur:
“Ey mutmainne nefis (Güvenceye kavuşmuş ruh)! Sen Ondan O da senden razı olarak RABBine dön. Seçkin kullarım arasına karış (dahil ol) ve cennetime gir.”( Fecr Sûresi, 89/27-30)

Nefis, zinanın günah boyutunu düşünmeden buna mübtela olmak ister.
İnsan, arzu ve şehvetinin esiri olup, sırf zevki için yaşar hale gelmemelidir. Bu, ondaki hayvanî güçleri geliştirir, melekî güçleri zayıflatır ve insanı alçaltır. Halbuki, bütün zevkler gibi cinsel ilişki zevki de bir gaye değildir; bir gaye için yaratılmış insana ALLAH'ın bir hediyesidir. İnsandan, neslini sürdürmesini istemiş ve bunu ALLAH'ın istediği doğrultuda yapması halinde kendisine cennet vadedilmiştir.
Nefis terbiyesini "nefsi öldürmek" şeklinde uygulayanlar, nefsin hoşuna giden her şeyden uzak kalırlar. Bunun neticesinde; dünyayı sevmez, hırs göstermez, inat etmez, hiç öfkelenmez bir hale gelebilirler.
Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsi öldürmek yerine, onu hayra yönlendirmenin daha iyi olacağı kanaatindeyiz.
Birincisi, atın yemini kısıp, onu zayıflatarak ona hakim olmaya; ikincisi ise, yemini normal verip, ama onu iyi bir terbiyeden geçirerek güçlü bir atla hedefe daha kısa zamanda varmaya benzer.
İşte, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, arzuların hayra yönlendirilmesi, nefsin öldürülmesinden, yani büsbütün sesini kesmekten çok daha faydalıdır.
Bu ise, nefsin arzu ve isteklerine iyi bir mecra bulmak, onu hayırlı şeylere sevk etmekle olur; coşarak çevreye zarar veren bir nehrin önüne baraj yapmak ve onunla çevreyi sulamak gibi.

24 Nisan 2013 Çarşamba

RABBİM SENİ SEVİYORUM

yarattıgın bütün dillerinle sana feryat ederek ,cığlıklar atarak
seni sevdigimi bağırmak istiyorum
RABBİM SENİ SEVİYORUM
COK ÖZLEDİM SENİ
HERŞEYİMBENİM
tatlısın
ben acıyım bide ekşi:)
güzelsin
ben çirkinim
zarifsin
ben kaba
mükemmelsin
ben kusurlu
yücesin
ben hiç
ben yanlız seninle anlamlıyım,kıymetliyim,önemliyim,güçlüyüm,
başarılıyım,kaliteliyim,mutluyum
SENİ SEVİYORUM
seni çok özledim içim yanıyoooooo

Şirk-i hafî ne demektir?

Şirk, ALLAH’a ortak koşmak demektir. Bunun bir zâhiri, yâni açığı; bir de hafîsi, yâni gizlisi vardır. Zâhir olanı, bildiğimiz şirktir. Üç ilaha inanmak, yahut putlara tapmak bu gruba girer.

Hafî şirke gelince, bu ana hatlarıyla ikiye ayrılır.


• ALLAH’ın rızasını unutup insanlara riya ve gösterişte bulunmak.

• Eşyanın yaratılmasında birer sebep olarak vazife gören mahlukata olduğundan fazla önem vermek; onları tesir gücüne sahip zannetmek.

Bir işin tahakkukunda sebebin hakkı bir iken, ona yüz kat fazla değer biçilirse doksan dokuzu gizli şirk hesabına geçer. İnsanın kendi nefsine fazlaca güvenmesi, bütün lâtifelerini onun emrine vermesi de gizli şirktir. Buna bir misal: CEBBAR ve MÜTEKEBBİR ancak ALLAH’tır. İnsan, ALLAH’ın kendisine bahşettiği varlığı, kuvveti, ilmi O’nun kullarını ezmekte kullanırsa Cebbar ve Mütekebbir olmaya özenmiş ve gizli şirke girmiş olur.

RESULULLAH (asm.) EFENDİMiz, “Felak” için, “Cehennemden bir zindandır, onda cebbarlar, mütekebbirler hapis olunur ve Cehennem ondan ALLAH’a sığınır.” buyurmuştur.

İslâm, tevhit dinidir. Bu kâinatın Sahibi ve Mâliki birdir. Her hayır, ancak Onun hazinesindedir. İslâm, ne ışık için güneşe, ne tahıl için tarlaya, ne de serveti için zengine aşırı ölçüde minnettar olunmamasını ders verir. Herkes ve her şey, sadece birer sebep, birer vesiledir. Bütün nimetler, arz ve semanın RABBİnden gelmektedir.

Bu dersi alan fakir bir mümin, bir zengine rızkını o veriyormuşçasına zillet gösterirse, tevhit inancı, yâni ALLAH’ı bir bilme itikadı zedelenebilir.
Zengin olsun, fakir olsun her insan, ancak iman, ahlâk, fazilet, ilim, irfan, dürüstlük, cömertlik, yardımseverlik gibi sıfatları için sevilir.