27 Kasım 2013 Çarşamba

arabayı kümes yapmak

Sizlere çok pahalı ve son model bir araba hediye edilmiş olsun.


Eğer siz bu arabaya bineceğiniz yerde, onu kümes yapıp içinde tavuklar besleseniz… İşte bu durumda en kıymetli bir eşyayı en kıymetsiz bir işte kullanmış ve arabayı yapan zatın hikmetine iftira atmış ve zulmetmiş olursunuz. Zira o arabaya binmeyip onu kümes yapmak, lisan-ı hâl ile şöyle demektir: “Ey bu arabayı yapan sanatkâr! Senin yaptığın bu araba hiçbir işe yaramaz ve bunun hiçbir kıymeti ve menfaati yoktur. Bundan olsa olsa kümes olur ve ancak bir kümes kıymetindedir. Ben de bu yüzden senin bu hediyeni kümes yaptım, zira ona ancak tavuklar yakışır...” İşte arabayı kümes yapmak bu manalara gelir.
 

Kendisine verilen en kıymetli azaları ve duyguları, nefs-i emmarenin tatmini için kullanmak da bunun gibidir. Âdeta o kişi lisan-ı hâliyle şöyle der: “Ey bu gözü, dili, kulağı ve diğer uzuvlarımı yaratan ve bana yüzlerce aza ve duygular takan zat! -Hâşâ- Senin yaptığın bu cihazlar ve bana taktığın bu duygular hiçbir işe yaramaz ve hepsi kıymetsiz aletlerdir. Bu dilden olsa olsa bir kapıcı olur. Bu gözden olsa olsa bir kavvad olur, bu akıldan olsa olsa uğursuz bir alet olur.
Sen bunlara boşuna masraf yapmışsın.
Ben de bu yüzden bu aletleri en kıymetsiz işlerde kullanıyorum.”

İşte azalarını layık olduğu mevkilerde kullanmayıp nefs-i emmarenin emrine verenler, lisan-ı hâlleri ile bu sözleri söylemekte ve ALLAH-u Teâlâ’nın hikmetine iftira atıp büyük bir zulmü işlemektedirler.

26 Kasım 2013 Salı

3 sebeb

Zeval ve firakın, ölüm ve vefatın şu mahluklara musallat olmasının üç sebebi burada beyan edilmiştir:
 1- SANİ-i ZÜLCELAL olan ALLAH-u Teâlâ’nın çeşit çeşit ve renk renk olan nakşının mucizelerini göstermek,
2- Kudretinin harikalarını göstermek,
3- Rahmetinin tecelliyatını göstermek

İşte bu üç sebepten dolayı, bir mahluk yaratılır ve üç-beş ay, bazen üç-beş hafta, bazen üç-beş gün ve bazen de üç-beş saat bu âlemde kalır ve sonra yok edilerek yerine yenisi yaratılır. Mesela, bir bahçede açan güller bir-iki haftada solar ve yerine yenileri açar. Bu sayede seyir ve temaşanın lezzeti artar. Zira sahnelerin değişmesi lezzetin artmasına bir sebeptir. İnsan bir tabloyu birkaç dakika ancak seyredebilirken, bir filmi birkaç saat seyredebilir. Bunun sebebi, filmde sahnelerin devamlı değişmesi ve kişinin bir sahne ile ünsiyet edememesidir.

 Bu sırdan dolayı CENAB-ı HAKK da âdeta her gün bir âlemi öldürür ve bir âlemi yaratır. Bu âlemi devamlı doldurur ve boşaltır. Bu sayede nakşının mucizelerini, kudretinin harikalarını ve rahmetinin tecelliyatını farklı tarzlarda, taze taze, renk renk ve çeşit çeşit gösterir. Ehl-i nazarı, ibrete ve hayretle seyre davet eder.
 

25 Kasım 2013 Pazartesi

tesadüf degil

Her şey boş ve manasız, diyen felsefe, ALLAH’ı ve ALLAH’ın kainat üstünde tecelli eden isim ve sıfatlarını inkar ediyorlar. Kainattaki o harika ve mükemmel sanat mucizelerini zerrelerin -bugünkü ifadesi ile- atomların tesadüfi hareketlerinden oluştuğunu iddia ediyorlar. Mesela elma, nar ve mısır gibi meyveler  toprak, hava, su ve ateş gibi unsurların içinde ki atomların tesadüfen bir araya gelmesinden oluşuyormuş.
öne çıkan puzzle
Tıpkı her tarafından hikmet ve güzel mana fışkıran bir kitabın katibini inkar edip, o kitabı katibin kullanmış olduğu kalem ve kağıda vermek gibi bir ahmaklık gösteriyorlar. Yani bir satır ve cümlesinde harika ve mükemmel sanat ve manalar bulunan bu kitabı, şu kağıt, kalem ve mürekkep yazmış, diyorlar; buna elbette çocuklar bile güler geçer.
Aynı şekilde, kainat ve kainat içindeki her bir mahluk ALLAH’ın harika ve mükemmel birer hikmetli kitapları hükmündedir. ALLAH bu kitaplarını zerreler mürekkebi, unsurlar kağıdı ve sebepler kalemi ile icat ediyor. ALLAH’ın bu malzemeler ardında hakiki iş gören isim ve sıfatları inkar edip, o harika sanat ve kitapları malzemeler hükmünde olan sebeplere ve zerrelere isnat etmek, ahmaklığın en aşağı makamı olsa gerek.
Mastar bir işi yapan hakiki fail demektir ki, bütün kainat ve içindekilerinin mastar ve yaratıcısı ALLAH’tır.

23 Kasım 2013 Cumartesi

illeti hikmeti

 Anadolu’dan İstanbul’a gelmekte olan bir tüccarın bu seyahatının illeti “ticaret”tir. Hikmeti ise daha çok zengin olmak ve dünya nimetlerinden daha fazla istifade etmek. Buna göre söz konusu şahsa, “İstanbul’a niçin gidiyorsun?” desek, “Zengin olmaya.” diye cevap vermez. Bu, hikmete ait bir cevaptır. Sorumuzun cevabı “ticaret yapmaya” şeklinde gelmelidir
 Böyle bir cevap illete aittir.
O halde, “Niçin ibadet ediyorsun?” şeklindeki bir sorunun cevabı da “RABBim emrettiği için.” şeklinde olacaktır. Bu emri tutmanın pek çok da faydası vardır;
#thyde turban #tehlike #seccade #tesbih
 gerek dünyada, gerek âhirette.
Ama ibadet bu faydalar için yapılmaz. Bunlar meselenin hikmet yönüdür.
Kulun işi ibadettir; emir dinlemek, yasaklardan sakınmaktır. Kula kulluk yaraşır. İbadetini bu şuurla yapan bir kuluna, RABBinin yapacağı ihsanlar, ikramlar ve Cennette vereceği dereceler ibadetin hikmet yönüdür.

20 Kasım 2013 Çarşamba

entegre çalışıyor

 Atom zerresi ALLAH’ın bir memurudur,
onun plan ve sevki ile hareket ediyor
Atoma ALLAH’ın memuru nazarı ile bakılmaz ise, o zaman her bir atoma ilahlık payesi vermek gerekiyor ki, bu tam bir safsatadır.

ALLAH, tohum ve çiçeği öyle bir özellikte yaratmış ki, âdeta o tohum ve çiçeğin sümbülleşip açması için bütün kainatın seferber olması gerekiyor. Yani o tohumun kendi bünyesindeki sistem kainat sistemi ile entegre çalışıyor; öyle ise bir çiçeği ihya etmek için bütün kainat çarklarının işletilmesi gerekiyor.
eleman çalışan dişli çark
Eğer çiçeği atom denilen zerre yapıyor diyorsan, o zaman o atomun bütün kainatı bilecek bir ilime ve sözü geçecek bir  kudrete sahip olmasını da aklen kabul etmen gerekir ki, bu hurafenin en hurafesidir.

Güneş olmasa tohum açamaz, öyle ise atomun güneşe hükmü geçmesi gerekir. Su olmasa tohum yine açamaz, o zaman tohumun bünyesinde çalışan o zerrenin suya da hükmü geçmesi gerekir, toprak olmasa yine olmaz vs, bunları çoğaltmak mümkündür.

  Ama, her şeye sözü ve hükmü geçen ALLAH bu tohumu yapıyor, desek ve zerre de ALLAH’ın bir memuru olup onun sevki ile hareket ediyor dersek, bu gayet mantıklı ve akli olur.
İşte tabiatı ve sebepleri ilah kabul eden maddeci gavurların mesleklerinin içyüzü bu gibi safsatalardır.

19 Kasım 2013 Salı

besmele

İnsanın maddi aza ve duyguları, nasıl havasız ve susuz bir an yaşayamaz. Aynı şekilde, insanda öyle manevi cihazlar ve hissiyatlar vardır ki, onlar da ALLAH ismine ve manasına o denli muhtaçtırlar. Âdeta ALLAH ismi onların havası ve suyu mesabe(derece,deger)sindedirler.
ALLAH, insanın nasıl maddi cihazlarını suya ve havaya muhtaç bir şekilde yaratmış, aynı şekilde manevi cihazlarını da kendi isimlerine muhtaç bir şekilde yaratmıştır. Bu ihtiyaçtan dolayıdır ki, Kur'an'da en çok zikredilen ve her işin başında zikri emredilen "besmele" olmuştur.
İnsanın fıtratındaki nihayetsiz acizlik ve fakirlik, ancak ona istinat(Dayanmak, yaslanmak) ve istimdat(yardım istemek) ile tedavi edilebilir. O’na istinat ve istimdat da ancak iman ve ibadet ile mümkündür. İman ve ibadetin hülasası da besmelede mündemiçtir.

18 Kasım 2013 Pazartesi

her şeyin sırrını çözdüren şey iman ve hidayettir

İman ve hidayet, insanın iradesi ile kabul ettikten sonra ALLAH tarafından kalbe indirilen bir nur bir ışıktır. İnsan bu ışık ve nur sayesinde bütün alemler üzerinde tecelli eden ALLAH’ın isim ve sıfatlarının nakışlarını okur, bu ışık sayesinde kainatın sırlarını keşfeder.
Tıpkı karanlık bir mahzende ışıkların yanması ile eşyanın görülmesi ve karanlığın gitmesi gibi. İnsan küfür ve dalalet karanlığında iken, iradesinin sarfından sonra gelen iman ve hidayet nuru ile bütün alemi ve kainatı aydınlanıyor. İşte o alemleri aydınlatan ve kainatı ışıklandıran ve her şeyin sırrını çözdüren şey iman ve hidayettir.

Bu hidayet ve iman insanda olmaz ise yani küfür insanın alemini kaplar ise kainat ve içindeki eşya manasız ve abes bir meta haline dönüşür; ALLAH’ın varlığına ve isimlerine işaret eden milyonlar deliller insanın aleminde söner gider.

Mesela bir elmanın kendi nefsine olan işareti bir ise sanatkarı olan ALLAH’a işareti yüz bindir. Küfür, elmanın ALLAH’a olan bu yüz bin işaret ve delaletini yok edip, sadece nefsine bakan bir iki yüzünü gösteriyor. Bütün eşyayı aynı şekilde kıyas edecek olursak, koca kainat insan nefsine hitap eden adi ve basit bir meta haline dönüşür, diğer hikmet ve gayeleri söner gider. Felsefenin çıkış noktası burasıdır. Yani küfür kainat ile ALLAH arasındaki bağı koparttığı için kainat boşluğa ve gayesizliğe mahkum oluyor.

Mesela gözü sadece görmeye yarayan basit bir et parçası şeklinde tarif edersen, gözdeki o nihayetsiz ilim ve hikmetler anlaşılmaz olur. Zira gözün üstünde ki o nihayetsiz nakışlar ve ilimlerin, hepsi ALLAH’ın isim ve sıfatlarına bakıyor onlara işaret ediyor.
 
"Eğer kat-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira, Sâni unutulsa, Sânie müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz, adeta başaşağı düşer. O mânidar âli san'atların ve mânevî âli nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve gözle görülen bir kısmı ise, süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder, gider. İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalb eder."

endam ve ilan etmek

ALLAH kainatta ADL isminin hükmü ve gereği olan adalet ile iş görüyor ve bu hükmü, kainatın her noktasında tatbik ve tecelli ettiriyor. Biz de aynı tecelli ve hükmü, yani adilane hareket etmeyi hayatımıza ve işlerimize tatbik edip ilan etmekle sorumluyuz.
İşte bu hükmü hayatıma tatbik edince, bir çeşit Şahid-i Ezeli'nin nazar-ı şuhud(şâhidlerin, şehâdet edenlerin görmesi ve tetkikleri) ve işhadına(delil göstermek, şâhid göstermek) o isim ve sıfatları sunmuş oluyorum. Diğer isimleri de buna kıyas edebiliriz.

İnsan bu isimleri hayatında ve mahiyetinde ne kadar görüp gösteriyor ise, ALLAH katında derece ve kıymeti ona göre oluyor.

Özet olarak; ALLAH’ın ahlakı ile ahlaklanıp, ALLAH’ın isim ve sıfatlarını hayatımıza ne kadar tatbik edebilirsek, bu bir çeşit, ALLAH’ın ezeli nazarına kendimizi arzı endam ve ilan etmek oluyor ve ALLAH katında kıymet ve değerimiz de bu nispette oluyor.

 Nursuz iman olmaz; ama imana göre nur olur. Yani imanın derece ve mertebesi ne ise, insanın akıl ve kalp aydınlığı da ona göre şekillenir.
 
 İkisi arasında doğru orantı vardır, iman artıkça imanın nuru da ona göre artar, eksildikçe ona göre de eksilir.

16 Kasım 2013 Cumartesi

terakki; ilerleme, yükselme, gelişme.

"Evet hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır."
Bu tarife göre, maddî terakkiler, yükselmeler, ilerlemeler hakikî değil, mecazîdirler. Zira, kabir kapısında sona ererler. Eğer bu terakkiler manevî terakkilere vesile olursa o başka meseledir; insanlığın hayrına olan teknoloji, insanın marifet ufkunu genişlendiren ve onu hikmet sahasında derinleştiren ilim gibi.

 Hakikî terakki, insanın iç dünyasında, onu melekler sırasına geçiren hatta bazı yönleriyle onların da ilerisine götüren ilerlemelerdir. Bu ise her bir manevî duygu ve latîfeyi yaratılış gayesine en uygun ve ilâhî rızaya muvafık şekilde kullanmakla gerçekleşir. Bu takdirde, bu latîfeler kendilerine has ibadetlerini yerine getirmiş oldukları gibi, insanın manen terakkisine ve ebedî saadetine vesile olurlar.

 Kalbi iman nuruyla parlayan insan, terakki etmiştir. Aklı ilimle aydınlanan insan, terakki etmiştir.

Şefkatli ve merhametli insan, terakki yolundadır.
Sevgi ve korku hislerini yerinde kullanan, yani ALLAH için seven ve korkan insan manen ilerlemenin en büyük iki sebebini bulmuş demektir.
İnsan, bütün duyguları ve latîfeleriyle tek başına bir şirketler gurubu gibidir. Yüzlerce belki binlerce yönden kâr sağlayabilmekte, aksi hâlde yine binlerce çeşit zararlara düşebilmektedir.

 Meselâ, helâle nazar eden, ilim tahsiline yardımcı olan göz, insan ruhu için büyük bir kâr kaynağıdır. Aynı alet, haramda ve zararlı eserleri okumakta kullanılırsa insanı isyana ve iflâsa götürebilir. Her organ, her duygu, her latîfe bu mânâda değerlendirilebilir.

14 Kasım 2013 Perşembe

kitab-ı kainata nasıl bakıyorsun

"... Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir.
 ALLAH hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir."
 
Bu cümleden anlaşılıyor ki, varlığa iki şekilde bakılabilir ve bakılıyor. Birincisi esbab namına olan bakış, yani nazardır. İkincisi ise ALLAH hesabına olan bakıştır.
Bir çiçeği ya ALLAH yaratmıştır veya tabiat ve sebepler yaratmıştır, diye bakarız. Tabiri diğerle, varlığı ya ALLAH yaratmıştır ve onun dışındaki her şey diye bakarız. Birinci nazar ibadet iken
 ikinci nazar, ya günah ve küfürdür.
ALLAH namına nazar eden adam;
 "Ne güzel yaratılmıştır." der.
İkinci nazarla bakan ise,
 "Ne güzeldir." der,
 güzelliği çiçeğe verir.

12 Kasım 2013 Salı

ALLAH de kurtul

ALLAHa inanamayanın nazarında, her şey olduğundan daha farklı bir anlam kazanır. İşte bu bakış açısı, dünyayı ALLAHa inanamayanın nazarında bir matemhane, hüzün ve ızdırap yeri olarak gösterir. Mesela; bir ALLAHa inanan için terhis tezkeresi olan ölüm, ALLAHa inanmayanın nazarında ebedi yok olmaktır; bütün sevdiklerinden ve dostlarından ebedi ayrılıktır.

 Dünya, ALLAHa inanamayanın nazarında; neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel'abegâhı (oyun yeri) ve umum zîşuurun matemhanesi ve bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretinde görünür.
Herbir zîhayat, ALLAHa inanmayanın nazarında, zalimlerin hücumuna mâruz, miskin birer musibetzededirler.

 Keza, mevcudâtı birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevi'l-hayatı zevâl ve firâkın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görür ve hakeza.

İşte bu bakış açısı, cehenneme gitmeden önce, cehennemi bir halet-i ruhiye yaşatır. Bu haleti ruhiyeden kurtulmanın tek çaresi ise -
kâfir ve fasık adama göre-  sarhoşluk ve eğlencelerdir...

11 Kasım 2013 Pazartesi

izinsiz girilmez!

 “Özel mülkiyettir, izinsiz girilmez!”
Bu tabelayı gördüğünüz bir araziye giremezsiniz, çünkü orası başkasının mülküdür.

Beşerin parsellediği küçük araziler dışındaki hiçbir malın üzerinde ise “Özel mülkiyettir, izinsiz girilmez!” yazısı olmamakta, âdeta her şey sahipsiz gibi gözükmektedir. Yani sanki, özel mülkiyetteki bir havuzun bir sahibi var, ama denizlerin sahibi yok; özel bir bahçedeki ağaçların sahibi var, ama dağlardaki, ormanlardaki ağaçların sahibi yok; boynunda tasması olan bir köpeğin sahibi var, ama tasması olmayanların sahibi yok, onlar başıboş; bir lambanın sahibi var, ama gökyüzünün lambaları olan yıldızların sahibi yok; bir bardak suyun sahibi var, ama akarsuların, nehirlerin sahibi yok...

İşte imtihan sırrı sebebiyle şu âlemdeki eşyanın tasarrufu insanlara verildiği ve insan o eşyada dilediği gibi tasarruf edebildiği için âdeta her şey sahipsiz gibi gözükmekte ve dileyen haddini aşarak hırsızlık ya da gasp yapabilmektedir.

 “Senin zulmettiğin ve haklarına tecavüz ettiğin şu mahluklar, bu yerlerin SULTANı olan zatın askeri ve memurudur. Onun emriyle ve onun namına bu işlerde çalıştırılmaktadır. Kendi kendilerine malik olmadıkları için senin zulmüne karşılık vermiyorlar. Çünkü asker, kumandanının; memur da amirinin izni olmadan bir şey yapamaz ve hareket edemez!”

bir imtihan

Bu dünya hayatında insanlar, kendilerine ihsan edilen maddî ve manevî sermayelerini, yani hem bedenlerine konulan organlarını, hem de ruhlarına takılan duygularını, hislerini ve diğer latifelerini doğru kullanıp kullanmama konusunda bir imtihan geçiriyorlar.

 Vehim kuvvesi de insana verilen manevi sermayelerden biridir. İnsan bu kuvveyi yerinde kullanmakla hem dünya hayatına şevk ile çalışır, hem de “Ene” bahsinde güzelce izah edildiği gibi kendine ihsan edilen sıfatlarla ve kabiliyetlerle ALLAH’ın sıfatlarına ve şuûnatına bir derece bakma imkânı bulur.

İnsan akıl kuvvesi sayesinde bu dünyanın fani olduğunu ve her nefis gibi onun da bir gün ölümü tadacağını bilir. Bu bilgi onu sadece dünyaya çalışıp ahiretini unutma gafletinden kurtarır. Ancak, insanın bu fanî dünyaya da belli bir mesai ayırması gerekir. İşte vehim kuvvesi bu görevi yapar ve insan sanki hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışabilir.

 Öte yandan, insan kendi ruhuna takılan hayat, ilim, irade, kudret, görme ve işitme gibi sıfatlar yanında merhamet, gazap gibi birçok şuûnata da hakiki sahip olmadığını aklen çok iyi bilir. Ancak vehim kuvvesi devreye girdiğinde bunları kendine mal eder. Ve “Ben kuvvetimle nasıl şu taşı kaldırıyorsam, ALLAH da sonsuz kudretiyle bütün alemleri son derece kolay idare ediyor.” der. Bu mukayeseyi yaptıran ondaki vehim kuvvesidir. Benim kuvvetim, benim ilmim, benim gözüm, benim kulağım gibi ifadelerde bu kuvve hakimdir. Yoksa, akıl çok iyi bilir ki bunların hiçbiri kişinin kendi malı değildir, hepsi emanettir.

İşte vehim kuvvesini yanlış kullanan kişi, dünyada ebedî kalacağını vehmederek her gün kılacağı beş vakit namazı istikbalin bütün günlerine teşmil eder, büyük bir rakam ortaya çıkarır ve bunun altından kalkamayacağını düşünerek namazdan usanç duyar.

8 Kasım 2013 Cuma

kendini bil

İnsan, esma-ül hüsnanın âdeta bir aynası ve bir geniş tezgâhıdır.
Mesela:

· İnsanın yüzü, MUSAVVİR isminin bir sanatıdır.

· Hayatı, MUHYİ isminin bir tecellisidir....


· Yüzündeki azalarının birbirine uyumlu olması, ADL isminin bir tecellisidir.

· Her cihazında yüzlerce hikmetin bulunması, HAKİM isminin bir tecellisidir.

· Açılıp kapanan göz kapaklarının gözü temizlemesinden tutun kanın vücudu temizlemesine kadar bütün temizlik faaliyetleri, KUDDÜS isminin bir cilvesidir.

· Uzuvlarının bir kalıptan çıkmışçasına yaratılışı, BARİİ isminin bir tecellisidir.

· Bir damla sudan yaratılması, HALIK isminin bir tecellisidir...

Ve daha bunlar gibi, insanın her hâli esma-i İlahiyenin garip bir sanatı ve latif bir cilvesidir.

İnsanın vazifesi ise esma-i İlahiyenin kendisine taktığı bu garip sanatları ve latif cilveleri bilerek hayatıyla teşhir etmesidir. Yani kendisini okuması, kendinde tecelli edeni bilmesi ve bu tecelliyi bilerek hayatıyla teşhir ve izhar etmesidir.

ahlaklanmalı

ALLAHÜ-U Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanmalı
Şöyle ki:
Mesela CENAB-ı HAKK HALİM’dir. Suçlulara gücü yettiği hâlde hemen ceza vermez ve onlara mühlet verir. O hâlde insan da Halim olmalı ve bu ismin nişanını takarak kendisine karşı işlenen suçlara hemen ceza vermemeli ve bu nişan ile kendini Şahid-i ezelî olan ALLAH’ın şuhuduna arz etmelidir.
 
                Yine CENAB-ı HAKK GAFUR’dur, günahları bağışlar ve affeder. O hâlde insan da bir ayna olmalı, Gafur isminin nişanını takmalı ve affedici olarak kendini Zat-ı ezelînin şuhuduna arz etmelidir.
                Yine CENAB-ı HAKK SETTAR’dır, ayıpları örter; KERİM’dir, kullarına cömertçe ihsanda bulunur; RAHİM’dir, mahlukatına acır ve şefkatle muamele eder; SABUR’dur, acele etmez...
O hâlde insan da settar olmalı, ayıpları örtmeli; kerim olmalı, cömertliği ahlak edinmeli; rahim olmalı, mahlukata ALLAH hesabına merhamet ve şefkat göstermeli; sabur olmalı, acele etmemeli ve sabretmeli...
Sözün özü: İnsan, ALLAHÜ-u Teâlâ’nın isimlerini ahlak edinmeli ve o güzel isimlerin nişanlarıyla kendisini CENAB-ı HAKK’a arz etmelidir.
Belki daha basit ifadeyle insan, “fenafillah” makamına çıkarak ALLAH’ta fâni olmalıdır. 

7 Kasım 2013 Perşembe

prensibi


 ALLAH, kainatta her icraat ve işini sebepler vasıtası ile görüyor. Bu sebeple kainatta herbir netice ve sonucun bir sebep vasıtası ile olması ADETULLAHtandır.
Yani; ALLAH’ın değişmez bir prensibidir. Lakin sebepler adi ve basit iken, zahiren sebeplerden hasıl olan netice ve sonuçlar, gayet derecede mükemmel ve sanatlı oluyor. Böyle olmasının hikmeti ise yani; sebeplerin basit, sebepten hasıl olan neticenin mükemmel olması ise;
insanın sebeplere takılıp neticeleri sebepten bilerek şirke ve şükürsüzlüğe gitmemesidir. Buna rağmen insanların ekserisi sebeplerin arkasında ALLAH’ın kudret elini ve isimlerini göremiyor, ya şirke düşüyor ya da gafletle sebeplere perestiş ediyor.
 Bir binanın temelinden çatısına kadar her merhalesi nasıl ustanın maharet ve sıfatlarını gösteriyor ise; kainatta da bütün sanatlar ve eserler de ALLAH’ın isim ve sıfatlarını gösterir bir bina hükmündedir. Bu sanat ve eserlerin herbir sebep perdesinde bir isim sahneleniyor. Yani; sebeplerin kainatta işlemesinin en büyük sebep ve hikmeti; ALLAH’ın isim ve sıfatlarını izhar ve ilan edilmesidir.
Şayet her şey sebepsiz ve ani olarak vücut bulsa idi, biz ALLAH’ın birçok isim ve sıfatını idrak edemeyecektik. Tıpkı bir ustanın binayı aniden yapması ile maharetlerinin anlaşılamaması gibi. Sebepler sadece ALLAH’ın ismini sahneleyen bir dekordur, yoksa sanat ve netice üstünde bir tesir ve yaratması yoktur.

6 Kasım 2013 Çarşamba

sınırlı olan maddi zevklerini ertele

Bu dünyada insana verilen duygular ile duyguların karşılığı olan maddi aza ve cihazlarımız arasında bir dengesizlik vardır. Maddi cihazlarımızın kapasitesi duygularımızı tam olarak karşılamaktan uzaktır. Mesela yemek yeme duygusunu ele alalım. Şöyle bir Ramazan akşamına doğru halimizi göz önüne getirelim. İftara bir saat kalmış, acıkmışız ve susamışız. Mutfaktan gelen kokuları hissettikçe daha da derinleşir açlığımız.
Öyle ki tencerede pişen tüm yemekleri yemek gelir içimizden. Bize bu haleti veren elbette ki açlığın şiddetli duygusudur. Ancak ne var ki siz ne kadar tencere dolusu yemek yeme hayalleri içinde olursanız olun, yiyebileceğiniz yemeğin miktarı çok önceden bellidir. En fazla iki litre kadar. Çünkü midenizin kapasitesi o kadardır, belki biraz daha fazla. Bu yemeği de ancak dört beş saat içinde hazmetmek mümkün olduğundan günlük en fazla alt- yedi litre hacminde bir gıda alabilirsiniz. Su içmek de aynıdır. Günlük en fazla iki-üç litre. Demek ki bizim yemek yeme hissimizin ve su içme zevkimizin sınırı midemizin kapasitesi ile sınırlıdır.
Bunun gibi diğer tüm dünyevi zevklerimizin sınırları vardır. Yüz adet arabanız var ise ancak birisi ile gezip tozabilirsiniz. Yüz odalı mükemmel bir saraya sahip olsanız ancak bir odasında yatıp kalkabilirsiniz. Yüz vagonlu bir tren sahibiyseniz ancak bir kompartımanında seyahat edebilirsiniz. Bunlar gibi bu dünyadaki tüm zevk ve hislerimize bakalım, muhakkak ki kapasitesi sınırlıdır. Onun için bize zevk veren duygu ve hislerimizi hırs duygusunun peşine takıp dünyevi zevklerimizin esiri olmayalım. Zira tüm bu duyguların tatmin yeri bu dünya değildir. Başka bir alemde, Cennet denilen ebedi mekanda bu duygular karşılığını bulacak.
Orada yendikçe mide hazmedecek, hiç ağırlık olmayacak. Enerjimiz tükenmeye doğru değil, artmaya doğru gidecek. Yedikçe yemek isteyeceğiz. Asla bıkmayacağız. Yedikçe zevk alıp mutlu olacağız. Yüz odalı sarayımız olsa her bir odasında ayrı ayrı zevk alacağımız nimetler olacak. Bir anda yüz yerde bulunmak istesek, bu gerçekleşecek. İşte bunun gibi tüm duygularımızın tam karşılığını ebedi Cennet yurdunda bulacağız. Bu nedenle denmiş ki bu dünya tatma dünyası, yeme dünyası, lezzet alma mekanı değil.
 Ve yine bu nedenle denilmiş ki, "Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur."
Evet helal dairesi geniştir, hemde çok geniştir. Dünyevi zevklerimize yeter de artar bile. Zira dünyevi zevk kapasitelerimiz sınırlı, bunu karşılayacak nimetler ise yeterli ve boldur. Harama ve gayr-i meşru yola girmeye hiç gerek yok.
Zaten günah denen hadiseye dikkat edin, çoğunlukla dünyevi zevklerin aşırılığından meydana gelmekte. İnsan, esasen ahirette tatmin edeceği duygularını ve yaşayacağı zevklerini dünya ölçeğinde tatmin etmeye çalıştıkça günah ile yüz yüze gelir. Hırs ile dünyada dalar. Dünyevi nimet ve zevkleri elde etmek için her yolu dener. Hatta çoğu kez helal kazancı yetmez, harama girer. Bu durum, maalesef günümüzde toplumun en önemli yaralarından birisidir. Halbuki insan peşinden koştuğu zevklerin mahiyetine bir göz gerdirse, bir çok meselenin uğraşmaya değmez olduğunu görecektir.
Zevklerin ve lezzetlerin daimi olmadığını bilecektir. Zira insanın alacağı tüm zevkler yetmiş-seksen yıllık bir ömürle sınırlıdır. Zaten zevklerimizin maddi cihazlar ile bir sınırı var, tüm zevklerimizin de ömür ile kesin bir sınırı var. Çünkü her türlü dünyevi duygu ve isteklerimiz ölüm ile son bulacaktır. Bu kaçılmaz ve kaçınılmaz bir hadisedir.Bu nedenle insan için en akılcı yol zaten sınırlı olan maddi zevklerini ertelemektir.
Duygularının yönünü ahirete çevirmektir. Sınırsızlık içinde ebediyete uzanan manevi zevklere yönelmek, her an ahiretin kapsında duran insan için en akılcı yoldur. Böylece toplum sosyal dengesini bulur. Faziletli, diğergam, fedakar, yardımsever fertler toplumun huzur ve saadetine hizmet eder. Zaten insanın bir gayesi de gayr-i meşru zevklerden uzak durup, ruhu ulvi duygularla donatıp kendisine tayin edilen kemal noktaya doğru ilerlemektir.
Bu da ancak hırsımızı gemleyip, dünyevi zevklerimiz erteleyerek meşru dairedeki zevk ve lezzetlere kanaat etmekle vuku bulur.