30 Mart 2012 Cuma

ölçtü biçti

11. Beni, yarattığım kişiyle başbaşa bırak.

12.
13. Ona bol mal ve gözü önünde duran oğullar verdim.
14. Kendisine alabildiğine imkanlar sağladım.
15. Sonra da o hırsla daha da artırmamı umar.
16. Hayır, umduğu gibi olmayacak. Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı inatçıdır.
17. Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım.
18. Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti.
19. Kahrolası nasıl da ölçtü biçti!
20. Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti!
21. Sonra (Kur'an hakkında) derin derin düşündü.
22. Sonra yüzünü ekşitti, kaşlarını çattı.
23.
24. Sonra arkasını döndü ve büyüklük taslayıp şöyle dedi: "Bu ancak nakledilegelen bir sihirdir."
25. "Bu, ancak insan sözüdür."
26. Ben onu "Sekar"a (cehenneme) sokacağım.
RASULALLAH (sav) bir gün yine Ebu Cehile uğramış.
Bıkmadan usanmadan tekrar ettiği tebliği bir kez daha tekrarlamış.
Ebu Cehil “Ya MUHAMMED(SAV) Eğer senin bu ısrarın inandığın RABBin huzurunda mesuliyetten kurtulmak içinse ben sana şehadet edeceğim.Sen üzerine düşen görevi yaptın”
EFENDİMİZSAV mahzun ve mükedder giderken Ali soruyordu
“Ya Ebu Cehil gerçekten MUHAMMED’e SAV inanmıyor musun?Bu soruya Ebu Cehil gibi münkir
“Evet biliyorum ki o bir peygamberdir.Ama niçin O diyordu?”
delilsiz iman etmez!!!
mucizeler gören ebu CAHİL böle idi...ne kadar mucize gösterse ALLAH RESULÜ AS.
yinede kibirinden ilan edemedi...
Küfrün lideri Ebu Cehil amansız ve acımasız bir İslam düşmanı idi. Bu ümmetin Firavunu olarak tanındı. Bedirde öldürüldü. Oğlu İkrime de babası gibi İslamın ve müslümanların azılı düşmanı oldu. Birçok Mekkeli genç ALLAHın Rasulüne(as) uyarken o, babasının yolunu seçti. Bedir, Uhud ve Hendekte müslümanlara karşı savaştı. Birkaçının yaralanmasına ve şehit olmasına sebebiyet verdi. En son Mekkenin fethi esnasında müslümanlarla savaştı ise de kesin bir mağlubiyeti tadması üzerine Yemene kaçtı.
Mekkenin fethinin akabinde umumi af ilan eden Peygamberimiz (s.a.v) birkaç kişinin İslama ve müslümanlara aşırı düşmanlıkları ve hakaretleri sebebiyle, Kabenin örtüsüne sarılsalar bile öldürülmesini emretti. Bu bedbahtlardan biri de Ebu Cehilin oğlu İkrime idi. Her an müslümanlar tarafından öldürülmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunan İkrime, Yemene kaçtı. Habeşistana gitmek istiyordu.

İkrimenin karısı Ümmü Hakim binti Haris bin Hişam bir grup kadınla gelip müslüman olmuştu. Akıllı bir kadındı. Beyattan sonra Peygamberimize(SAV) dedi ki; Ya RASULLAH(SAV)! Kocam İkrime senden korkarak Yemene kaçtı. Öldürülmekten korkuyor. Ona eman ver! Peygamberimiz (SAV)de: Ona eman verilmiştir buyurdu.

Onu aramaya gidip getirmek için de bu esnada izin istedi. Peygamberimiz(SAV) izin verdi. Yanına Rum kölesini alarak yola çıktı. Kölenin hıyanet etmek niyetinde olduğunu anlayınca bir arap kabilesinden yardım istedi. Onlar da köleyi iple bağladılar.

Ümmü Hakim (r.anha) kocası İkrimeye Tihame sahillerinden bir sahilde gemiye bindiği bir sırada yetişti. MUHAMMAD (a.s)dan kendisi için eman aldığını bildirdi. Onu dönmeye razı etti. Zaten gemide kaptanla aralarında daha önceden geçen konuşmanın tesiri altında bulunuyordu. Şöyle ki; İkrime gemide oturduğu yerden seslice Lât ve Uzza adını anınca gemici: Şurada hiç kimsenin, ALLAHtan başka hiçbir şeye dua etmesi caiz ve doğru olmaz.dedi. Peki ne diyeyim? diye sorunca da gemici ALLAHtan başka ilah yoktur, de! dedi. Peygamberimizin(SAV) davet ettiği ilahın bu gemicinin söylediği bir tek ALLAH olduğunu anladı.

O sırada çıkan fırtına, gemiyi altüst ediyordu. Gemici tekrar İlahınıza ihlâslı olunuz. Ondan başka hiçbir şey, felaketi başınızdan savamaz. dedi. Bunun üzerine İkrime Denizde ALLAHa ihlâslı olmadıkça, beni hiçbir şey kurtaramazsa, karada da başkası kurtaramaz. Ey ALLAHım! Boynumun borcu olsun, eğer bu tehlikeden selâmete çıkarsam Muhammede gidip biat edeyim. dedi. İkrime der ki, İşte bunun üzerinedir ki İslamiyeti anlamaya başladım ve İslamiyet sevgisi kalbime düştü. İşte tam o sırada hanımı Ümmü Hakim yanına vardı. Emanı bildirdi. Mekkeye beraber dönmek üzere yola koyuldular. Yolda ihanete kalkışan Rum köleyi katletti. Henüz daha müslüman olmadan.

Mekkeye yaklaştıkları sırada Peygamberimiz (s.a.v) eshabına İkrime sizin yanınıza mümin ve muhacir olarak geliyor. Sakın onun babasına kötü söz söylemeyin. Çünkü ölüye kötü söz söylemek diriyi rahatsız eder. Ölüye bir şey erişmez. buyurdu. Onu kucakladı. Hoşgeldin süvari muhacir! buyurdu. Sen beni nelere davet ediyorsun? diye soran İkrimeye, şehadet etmeye, namaz kılmaya, zekat vermeye, oruç tutmaya, hac etmeye, şöyle şöyle yapmaya davet ediyorum buyurup İslamiyetin esaslarını e ahlâkını anlattı. İkrime, Vallahi, sen hak ve gerçeğe, güzel ve iyi bir şeye davet ediyorsun! dedi. Şehadet getirip müslüman oldu. Onun müslüman oluşu Peygamberimizi (SAV)sevindirdi. Peygamberimiz (s.a.v) bugün benden ne dilersen sana vereceğim buyurunca Sana karşı ve küfür içindeyken yaptığım herşeyden dolayı Allahtan mağfiret dilemeni isterim. dedi. Peygamberimiz de dua etti. Razı oldum Ya RASULLAH! şimdiye kadar yaptığım kötülüklere karşılık bundan sonra iki katı iyilik yapacağım.! dedi. Karısıyla yeniden nikahları yenilendi.

İkrimenin müslüman olduktan sonraki ilk işi Mekkede evlerde bulunan gizli putları kırmak oldu. Zira kendisi Cahiliyye devrinde put tüccarlığı yapardı.

İkrime (r.a) iyi bir müslümandı. Hatta müslümanların da iyilerindendi. Eline Mushafı alır, yüzüne sürer RABBimin Kelamı! RABBimin Kitabı! diyerek ağlardı.Vali ve kumandan olarak gerek Peygamberimiz (s.a.v) zamanında ve gerekse Hz. Ebu Bekir (r.a) zamanında çok değerli hizmetler yaptı.

Yermuk savaşında oğlu ve amcası ile beraber diğer İslam bahadırlarıyla, şanlı bir mücahit olarak destan yazdılar. Sonunda ise muradlarına nail olarak şehadet şerbetini içtiler. Ölümsüzler listesindeki yüksek yerlerini aldılar. (r. anhüm)
Öyle Konuş ki,Gören; İşte MUHAMMAD(s.a.v)'in Ümmeti desin.
Öyle Giyin ki, Gören; İşte Müslüman desin.
Öyle Yaşa ki ,Gören; İşte İSLAM desin.
Yüzü dost,özü düşmandan usandım.Dili mü'min kalbi şeytandan usandım.
Dostum, herkesin kahrı çekilir de ;
Ben DAVASIZ MÜSLÜMANDAN Usandım..!
MEVLANA

29 Mart 2012 Perşembe

nazlı bir bebek

(Kibir, hakka, razı olmamak ve insanları küçük görmektir.) [Müslim]
Kibir, kötü huydur, haramdır. ALLAHÜ TEALAyı unutmanın alametidir.
ALLAH’ın, insanlar üstünde sayısız nimetleri vardır. Bu nimetleri insan kendinden bilirse, gurur ve kibir olur, yok bu nimetleri inkar edip gizlerse, bu da küfran-ı nimet olur ki, her iki durum da manevi bir hastalıktır. Yani insanın üstünde görünen nimetleri kendinden bilmesi nasıl caiz değilse, aynı şekilde o nimetleri yok sayıp inkar etmesi de caiz değildir.
Tevazu aslında nimeti HAKK'tan bilip insanlar üstünde faziletfüruşluk taslamamaktır. Yoksa nimeti görmezlikten gelip saklamak tevazu değil, küfran-ı nimettir.
Günümüzde özgüven kazanma adı altında neşredilen kitapların birçoğu, insanı şımarıklığa ve egoizme sevk eden, zararlı ve riskli neşriyatlardır. Nasıl felsefi doktrinler insanlığı küfür ve şirk derelerine sevk ediyor ise, felsefeden ders alan bu tür eğitim ve terbiye doktrinleri de insanlığı özgüven adı altında aşırı bireyciliğe hatta egosantrist (Ben merkeziyetcilik) bir halete sevk ediyor.
İnsan fıtraten nihayetsiz aciz ve fakirdir. Bu nihayetsiz acizlik ve fakirlik boşluğunu; ancak nihayetsiz bir kudret ve zenginlik doldurabilir ki, bu sıfatlar da ancak ve ancak ALLAH da vardır. Öyle ise insan benlik ve gurur davasını bırakıp, ALLAHa aczi ve fakrı ile sığınmalı, O'nun sonsuz kudret ve zenginliğine iltica etmelidir ki; ibadetin özü ve hakikati de bundan ibarettir.
ALLAH, insanı bu dünyaya ibadet ve kulluk için göndermiştir. Yoksa benlik ve gurur yapsın, kasıntı ile ben şunu yaptım, ben şöyleyim, ben böyleyim demek için insan yaratılmamıştır. İnsanın hakikati ile her şeyin dizgininin ve terbiyesinin ALLAH’ın kudret elinde olduğunu anlaması ve buna tam bir acziyet ile teslim olması; ancak iman ve ibadet ile mümkündür. Bunun dışındaki inanç ve ideolojiler bu kıvamı yakalayamaz. Tam aksine bu inanç ve ideolojiler, insanı kendini beğenmiş ve acz ve fakrını unutmuş bencil bir firavun şekline dönüştürüyorlar.
İnsanın, ALLAH’a yaklaşmakta ve O'nu razı etmekteki en önemli donanımı; fıtratındaki nihayetsiz acizlik ve fakirliğidir. İnsan bu nihayetsiz acizliği ile nihayetsiz kudrete köprü atar, yine nihayetsiz fakrı ile de nihayetsiz zenginlik ile irtibat kurar, o zaman o nihayetsiz kudret ve gına; insanın nihayetsiz acizlik ve fakirliğine tam bir merhem ve tam bir ilaç olur. Nasıl bebeğin çaresiz ve zayıf hali; anne ve babasını ona hizmetçi yapıyor ise, aynı şekilde insan da nihayetsiz acizliği ve fakirliği ile ALLAH’ın nihayetsiz kudret ve zenginliğini kendine cezp ediyor ve O'nun nazarında nazlı bir bebek gibi oluyor.
İşte insan kibir ve benlik davası yerine, bu acz ve fakr kanalını işletse, her şey ona itaatkar olur, her şey ona kolay ve geniş bir yol hükmüne geçer.

Zayıf bir adamın kuvvetli bir adama karşı dik ve izzetli durması güzel bir hal iken, kuvvetli adamın zayıf adama karşı dik ve izzetli durması çirkindir, kibirdir.

Yine zayıf adamın kuvvetli adama tevazu göstermesi yalakalık sayılırken, kuvvetli adamın zayıfa alçak gönüllü olması, güzel olan tevazudandır.

Bir valinin, makamındaki ciddiyet vakar, yani ağırbaşlılık iken, aynı valinin, evindeki ciddiyeti kibirdir. Valinin makamındaki tevazusu zillet, yani alçaklık iken, evindeki alçak gönüllüğü güzel olan tevazudur.
Hazret-i Âişe validemize, (İnsan ne zaman kötü amel işler?) diye sual edildi. Buyurdu ki: (İyi amel işlediğini sandığı zaman.)



İnsanın helakı, ucub ve ümitsizliktendir

İnsanı ucba sürükleyen sebeplerin başında cehalet ve gaflet gelir. Böyle ucubtan kurtulmak için her şeyin ALLAHÜ TEALAnın dilemesi ve yaratması ile meydana geldiğini, akıl, ilim, ibadet, mal, mevki, güzel yazmak, güzel konuşmak, kaliteli iş yapmak gibi nimetlerin ALLAHÜ TEALAnın lütfu ve ihsanı olduklarını düşünmek gerekir. Bize faydalı ve tatlı gelen bütün nimetleri gönderen ALLAHÜ TEALAdır. Ondan başka yaratıcı, gönderici yoktur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Günah işlemeseydiniz, bundan daha zararlı olan ucubtan korkardım.) [Harâiti]
İbadet yapanların kendilerini beğenmeleri, fâsıkların günahlarından daha kötü ve daha zararlıdır.
İsrailoğullarından bir eşkıya, kırk yıl günah işler. Bir gün Hazret-i İsa’yı havarilerden biri ile giderken görür. Yaptığı eşkıyalığa pişman olur. "Ben bunlara katılayım" diyerek peşlerine takılır. Havarinin yanına yaklaşır, "Benim gibi bir eşkıyanın böyle bir zatın yanında gitmesi uygun olur mu?" diye düşünür. Havari de, "Bu yol kesici nereden çıktı? Benimle nasıl gelir?" diyerek ondan uzaklaşıp İsa aleyhisselama yaklaşır. ALLAHÜ TEALA Hazret-i İsa'ya vahyeder ki:
(İkisine de söyle! İkisinin de geçmişlerini mahvettim. Yeniden amele başlasınlar. Kendini beğendiği için havarinin ibadetini mahvettim. Kendini aşağı gördüğü için de eşkıyanın günahlarını affettim.)
Hazret-i İsa, durumu her ikisine de bildirir ve eşkıyayı havarileri arasına alır. (İ. Gazali)
Ucbun en kötüsü, hatalarını, nefsinin hevasını beğenmektir. Hep nefsine uyar, nasihat kabul etmez. Başkalarını cahil zanneder. Halbuki kendisi çok cahildir. Bilmediğini bir bilene sormaz. Ucbun sebebi cahillik hastalığı olduğuna göre, ilacı da ilim ve marifettir. İlim, ibadet, takva gibi salih amellerin ALLAHÜ TEALAnın bir lütfu ve ihsanı olduğunu bilip şükreden kimse, ucubtan kurtulur. Bir kimsenin ucub sahibi olup olmadığı, şu alametlerden belli olur: Ucublu kimse, kibirli olur. Günahlarını ve ALLAHÜ TEALAnın azabını unutur. Büyüklerden istifade edemez, âlimlerin sohbetinden mahrum kalır. Kimseyle meşveret etmez, danışmaz.
Bir kimseye emri maruf yapınca, ALLAH'tan kork şunu yap, şunu yapma denince, eğer kabul etmezse o kişi nefsine mağlup olmuş demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(ALLAH’tan kork diyene, sen önce kendine bak diyeni ALLAHÜ TEALA sevmez.) [Beyheki]
Hakkı, doğruyu kim söylerse söylesin kabul etmek gerekir. Doğru olan bir şeyi kabul etmemeye inat denir. İnat, karşımızdakini aşağı görmek, ondan nefret etmek, ona düşmanlık beslemek, haset etmek gibi sebeplerden ileri gelir. Hakkı, düşmanımız da söylese kabul etmeliyiz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(ALLAHÜ TEALAnın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.) [Buhari]
(Küçük, büyük, iyi kötü veya hoşlanmadığın biri, hakkı söylerse, kabul et.) [Deylemi]
(Bilmediği bir hususta inat edene, inadından vazgeçene kadar ALLAHÜ TEALA gazap eder.) [İ.Ebiddünya]
Günah işleyenin boynu bükük olur. Tevbe edebilir. Ucub sahibi ilmi ile, ameli ile mağrur olur. Egoist olur. Tevbe etmesi güç olur. Günah işleyenlerin iniltileri, ALLAHÜ TEALAya, tesbih çekenlerin övünmesinden iyi gelir.

Bayezid-i Bistami çok yorgun olduğu bir gün sabah namazına kalkamaz. Şeytan bin bir hileyle uyutur. Uyandığında güneş çoktan doğmuştur. Bu duruma o kadar üzülür ki kılamadığı o sabah namazını kaza edip kılar gece gündüz ağlar tevbe edip pişman olur. Derken bir ses duyar. “Uyuya kalıp kılmadığın o sabah namazını Allah 70 bin katıyla kabul etti.” Bu ses onu çok sevindirir. Şükreder Rabbine aradan bir hayli zaman geçer. Yine çok yorgun olduğu bir gün sabah birinin ayağından dürterek “Haydi kalk” dediğini iştir. Hemen uyanır bir de bakar ki onu uyandıran ayağından dürten şeytanın ta kendisi. Hayrola!” der şeytana “Sen hiç uyandırmazdın hep sabahları uyutmaya çalışırsın insanları; beni neden uyandırdın?” Şeytan şöyle cevap verir: “Geçen sefer uyuttum da ne oldu. Bir namazlık sevap alacağına gece gündüz yalvardın yakardın pişman olup tevbe ettin. 70 bin sevap kazandın. Bir daha uyutup bunca sevap kazanmana sebep olmayayım diye uyandırdım. Kalk namazını kıl da bir namaz sevabı kazan.” der.
BIN SENEDE OKUSAM NE BILIYORSUN DEDIKLERINDE HADDIMI BILIRIM DERIM.mevlana

28 Mart 2012 Çarşamba

"kesrette boğulmak"

ALLAH İman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkar karanlıklarından kurtarıp hidayet nuruna kavuşturur. (Bakara Suresi: 257.)
RAHİM-İ ZÜL'CEMAL'e dayanan o rahmetin sıcaklığını, bütünlüğün rahatlığını ruhunun ta derinliklerinde hissediyor. Aynı şekilde O'ndan uzak olan, O'ndan ayrılığın cehennemî azabını daha dünyadayken yaşıyor. Kesrette boğulmanın karmaşa ve bunalımı depresyonlar, intiharlar, panik ataklar, anksiyeteler, bunaltılar şeklinde dünyamıza yansıyor.
"kesrette boğulmak"
kesrette boğulmak insanın dikkat ve nazarını mahlukata sarf edip, ALLAH’tan gafil olma halidir.
Kesret; ALLAH’tan başka bütün varlıkların genel adıdır. İnsan, ALLAH için verilen his ve duygularını bu fani ve geçici varlık alemleri için sarf ederse, bir nevi boşuna sarf etmiş oluyor. İnsan ebedi bir alem için verilen latifelerini bu fena ve fani alemde heba ediyor. İşte bu fena ve fani alemde heba edilen o duyguların heba edilişine "kesrette boğulmak"
Mesela insan, kalbini fena ve fani şeylere tevcih etse, kalbini bu fena ve fani şeylerde boğdurmuş oluyor. Yine dilini boş lakırdılarda kullansa, dilini boş lakırdılarda boğdurmuş oluyor vs...
İkinci bir mana; insan öldüğünde, ne hiçliğe gidiyor ne de yokluğa; ebedi alemde, ebedi yaşamaya gidiyor. Ama kafir kendi kuruntusu ile ölümü bir hiçlik ve yokluk olarak görüyor. Ölümü varlık aleminde bir kayboluş olarak değerlendiriyor. İşte ölümün bütün bu fasit zanlarına, "kesrette boğulmak" denir. Halbuki ölüm ebedi bir hayatın başı ve saadeti ebediyenin mukaddemesidir.
Aslına çözüm çok kolay! Bütün alemleri, uzayı, sayısız galaksileri, dünyamızı ve bizi aynı anda gören, aynı anda yaratan, KADİR-İ ZÜLCEMALe dayanmak, O'na kulak vermek, her şeyin aslını ve özünü kuşatan ALİM-İ KÜLLİ ŞEY'i dinlemek bizleri sanki varlığın kargaşası ve boğuculuğunun dışına çekiyor. Kur'ân okunurken ruhta hissedilen rahatlık ve en sıkıntılı anlarda bile bir huzur buluşumuz, bu halin bir tazahürü olmalı.
Aslında eşyanın kesretinden esmanın vahdetine doğru gidildikçe ruhta bir ferah, kalpte bir inşirah hali kendini hissettiriyor.
Ya RAB! Pişmanım, utanıyorum, sayısız günahımdan ar ediyorum, zelilim. İstikrarsız yaşamaktan göz yaşı döküyorum. Garibim, kimsesizim, yalnızım, zayıfım, güçsüzüm, hastayım, acizim yaşlıyım, ihtiyarsızım. "El-aman!" diyorum, af diliyorum, dergahından yardım istiyorum, ey ALLAH'ım!.
Âmin!
Gonca güller ektim gönül bahçeme
Güllerde cemalin gördüm gülüm
Sen diye kokladım Sen diye sevdim
Hoşgeldin gönlüme Ahmed'im Gülüm

Gönül bahçesine ektim gülümü
Gülüm için göze aldım ölümü
Gözyaşımla verdim gülün suyunu
Hoşgeldin gönlüme Ahmed'im Gülüm

Bir gül getirdim Gül Yüzlüm Sana
Gönlümde yeşerdi el değmedi ona
Gülleri benzettim Gül Cemaline
Hoşgeldin bahçeme Ahmed'im Gülüm

27 Mart 2012 Salı

ALLAH kainatta sebepler vasıtası ile iş yapıyor

İlliyet ve maluliyet: (Determinizm, nedensellik) Olay ve vakaların birbirine belirli bir şekilde bağlı olması, her şeyin bir sebebi olması ya da her şeyin bir sebebe bağlanarak açıklanabilir olması veya belli sebeplerin belirli sonuçları doğuracağı, aynı sebeplerin aynı şartlarda aynı sonuçları vereceğini iddia eden felsefi bir kavramdır.
Bu felsefeye göre kainatta her şey sebeplerin tasarrufunda ve idaresindedir. ALLAH’ın kainat üzerindeki tedbir ve tasarrufunu inkar ediyorlar. Bir nevi, sebepleri ilahlaştırıyorlar. Neticeyi sebepten biliyorlar. Risale-i Nur'un en birinci hedefi bu batıl felsefeyi çürütmektir. Risale-i Nur'un ekser parçaları bu fikri kesin deliller ile çürütüyor.
Lakin önemli ve dogru olan bir nokta var, o da şudur: sebepler inkarı yok, sadece sebeplerin ilahlaştırılması yanlış. Sebepler neticeleri yaratmıyor, sadece onların teşekkül ve yaratılmasında vasıtalık ve araçlık yapıyor. ALLAH kainatta sebepler vasıtası ile iş yapıyor. Bu yüzden kainatta sebepler bir sünnetullah ve adetullah nevinden sabit ve daimidirler. ALLAH bu nizamını bozmuyor, sürekli ve devamlı kılmıştır. Zaten determinist felsefeyi yanıltan da bu kanun ve sebeplerin istikrar ve devamlılığıdır. Yani aynı neticenin aynı sebeple sürekli beraber olmaları, insanların ekserisini yanıltmıştır.
Halbuki elma ağacı, elmanın; arı, balın; inek, sütün; üzerinden bir katrilyon yıl da geçse mucidi ve yaratıcısı olamaz.
Nasıl ağaç elmaya, inek süte, arı bala fail ve yaratıcı olamaz ise, aynı şekilde esir ve atom denilen adi, cansız, şuursuz ve cahil maddeler de kainata ve onun içindeki sanatlı eserlere fail ve yaratıcı olamaz demektir.
İşte, neticeyi sebepten bilenleri yanıltan nokta, sebep ile neticenin sürekli beraber olmalarıdır. Yumurtanın sebebi tavuktur ve bu ALLAH’ın bir adeti ve kanunu olmasından dolayı sürekli olarak böyle cereyan ediyor. İşte bu ikisinin beraber gelmesi ve sürekli olması, yumurtanın tavuk tarafından icat edildiği zannını doğuruyor, bu zanna iktiran denir. Determinist (Alemde her şeyi sebeplere veren bir felsefe) ve maddeci felsefeyi yanıltan nokta budur.
İllet ise bir şeyin hakiki yaratıcı ve mucidine denir. Kainatta her şeyin illeti ve yaratıcısı, yani hakiki sebebi ve faili, ALLAH’ın irade ve kudretidir. Neticelere araç olan sebepler ise arada sadece bir perde, bir vasıtadır. Bunun en büyük ispatı sebeplerin adi ve basit, ondan hasıl olan neticenin mükemmel ve sanatlı olmasıdır. Elma mükemmeldir, ağaç ise adi ve basit bir araçtır.
Sebeplerin zayıf, sebepten hasıl olan neticenin kuvvetli olduğuna milyonlarca örnek verilebilir. Mesela bir köy ahalisini bir asker zorla bir yere sevk edebilir. Buradaki sevk kuvveti askerin şahsından değil, askerlik münasebeti ile dayandığı ordu kuvvetinden geliyor. Bu yüzden asker kendi namına değil, ordu namına bu işi yapıyor denilir. Yoksa aksini iddia etmek hamakat olur. Zira bir askerin şahsi kuvveti bu kadar insanı zorla bir yere sevk etmeye yetmez.

Yine tohum ve çekirdek ALLAH’ın kudretine bir perde, bir sebeptir, yoksa mucit ve yaratıcı değildir. Çekirdek ve tohumun mahiyeti gayet basit ve zayıf iken, çekirdek ve tohumdan hasıl olan ağacın mahiyeti ise gayet mükemmel ve ağırdır. Böyle bir sebebin, böyle bir neticeyi yaratıp, bütün işlerini tedbir ve idare etmesi mümkün değildir. Öyle ise çekirdek ve tohum her şeye kudreti yeten bir Zatın memuru ve hizmetkarıdır. Tıpkı asker örneğindeki gibi.
Demek, sebepler ihmal edilmemeli, fakat neticeler de ALLAH’tan beklenmeli. Tohum ekmeden meyve bekleyen ALLAH’ın kanununa karşı geldiği gibi; tohum ekmekle mutlaka meyve alacağını sanan kişi de, ALLAH’ın irade ve kudretine karşı geliyor demektir.
Hz. Musa, hastalanınca, “İlaçsız da ALLAHÜ TEALA şifa verir” diyerek ilaç kullanmadı.
ALLAHÜ TEALA (İlaç kullanmazsan şifa ihsan etmem) buyurdu. İlacı kullanınca iyi oldu. Fakat sebebini merak etti.
ALLAHÜ TEALA, (Tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi değiştirmek mi istiyorsun? İlaçlara tesir veren kimdir? Elbette tesirleri yaratan benim) buyurdu. (Kimya-ı Saadet)
“ALLAH’ın bazen sebepleri tesirsiz bırakmasında ben şaşırmış kalmışım. Hakkı tahayyül ve tasavvur hususunda sofestailer gibi olmuşum”mevlana

“Benim için ne yaptın?”


“İnsanlar helâk oldu-âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu-ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu-ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.”

Yukarıdaki hadisten de anlaşılacağı üzere, insanın mahiyet ve istidadının inkişaf ve terakkisi için ilk şart ve basamak, ilimdir.
Nasıl bir binanın yapılmasına ilk olarak temelden başlanır, sonra diğer aşamalar onun üzerine çıkılır. Aynen öyle de insanın da fıtrat ve mahiyetine derç edilmiş olan istidat ve kabiliyetlerin gelişip inkişaf etmesinin birinci ve en temel aşaması ilimdir.
Hadiste ilim, amel, ihlas ve muhafaza olmak üzere dörtlü bir eleme sistemi vardır. En yüksek mertebe olan muhafaza makamına çıkmak için tertibe, yani eleme sistemine uymak iktiza ediyor. Bütün insanların ilk elendiği birinci aşama, yani birinci elek ilim eleğidir. Bu ilim eleğinden geçemeyen birisi ikinci elek olan amel eleğine ulaşamaz. Yani en mükemmel makam olan ihlas ve ihlası muhafaza makamlarına ulaşmanın yolu ilim ve amel eleklerinden salimen geçmek ile mümkündür.
İhlas, adeta kımıldamakla uçacak ürkek bir kuş gibidir. Her an onu kaybetmekle karşı karşıya kalabiliriz. İşte burada ifade edilen azim risk, bu hassasiyettir. İnsan iman ve amelini sürekli tazeleyip güncellemezse, bu kazanımlarını kaybedebilir. Hadiste işaret edilen ana konu burasıdır. Yani ihlasımızı her an diri tutamamak ve bunun neticesinde de amellerimizin zamanla başka maksatlara dönüşmesine neden olmaktır.
Nasıl yaşamak için her gün ekmek yer, su içeriz. Aynı şekilde manevi yaşamın ekmek ve suyu olan iman ve ibadetimizi de terütaze tutarsak, manevi alemimizin en büyük kazanımı olan ihlası kazanırız.
Özetle ihlas; bu dünyada özellikle uhrevi hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en sağlam bir dayanak noktası, bizi hakikata ulaştıran en kısa bir yol, en makbul bir manevi duadır. Bizi maksatlarımıza ulaştıran en kerametli bir vesile, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet...
mahşer günü ALLAH kullarını hesaba çekecek ve “Benim için ne yaptın?” diye soracak. Kul “Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim ve hacca gittim.” diyecek. ALLAH (cc) “Sen onları hep kendin için yaptın. Benim için ne yaptın?” diye tekrar soracak.
Efendimizsav bir hadiste buyurur ki…”Cebrail AS, ALLAH’tan bir kavmin helaki emrini alır ve gece vakti yeryüzüne iner. Bir bakar ki pek çok evde ışıklar yanıyor ve o evlerin sahipleri gece namazına kalkmışlar. Acaba der Cebrail AS, ben mi emri yanlış anladım. ALLAH kendisine ibadet eden kulların üzerine gazap indirmez. Ve tekrar RABBine döner. RABBim helak edeceğim kavim içinde pek çok kişi gece namazına kalkmıştı, acaba ben mi emri yanlış anladım der. ALLAH; hayır git hepsini birlikte helak et. Çünkü o namaz kılanlar dini kendi içlerinde evlerinde yaşadılar ve halk ALLAH’ın sınırlarını aştığı halde onları uyarıp, iyiliği emredip kötülükten sakındırmadılar. Hepsini birlikte helak et.”…
MEVLAMIN GÖZÜNDE NEYSE DEĞERİM İŞTE BEN O KADARIM.
Misafirsin bu hanede ey gönül, Umduğunla değil bulduğunla gül, Hane sahibi ne derse o olur, Ne kimseye sitem eyle, Ne üzül...

26 Mart 2012 Pazartesi

keşke falanı dost edinmeseydim!

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

27. O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: "Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım!"
28. "Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim!"
29. "Andolsun, Kur'an bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı. Zaten şeytan insanı yardımcısız bırakıverir." Furkan Suresi
"Ben de herkes gibiyim." Çünki herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”
a – İnsan niçin kendisini herkesle mukayese etme ihtiyacı hisseder?
b – Herkesin arkadaşlığı kabir kapısına kadar mıdır? Ondan öte devam etmez mi?
c – Musibette beraber olmak tesellisi niçin kabrin öbür tarafında esassızdır?
a-“Muhakkak ki nefis kötülüğü ister.” ayetinde haber verildiği gibi, nefsin yapısında bu vardır. Bunun için başkaların kötü hallerini de taklit etmek ister. Kötülüğü başkalarıyla birlikte yapmaktan ayrı bir zevk alır. Başkalarını hayırda ve iyilikte taklit etmez de, sadece şerde ve fenalıkta taklit eder.
Ahir zaman fitnesinin bütün dehşetiyle hükmettiği bu asırda toplumun büyük kesimi bu fitneye kapılmakla maneviyattan uzaklaşıp dünyaya ve maddeye dalmışlardır. Bununla birlikte, bu fitneden uzak duran ve onunla mücadele edenlerin sayısı da az değildir.
Bir kişi dahi, ALLAH’ın ihsanıyla, bu yangından kurtulmayı başarsa, artık bu yangına severek girenlerin bir özrü kalmaz. Halbuki, bu başarıya ulaşanlar her geçen gün artmakta ve yanlış yolu tercih edenlerin de özürleri her geçen gün biraz daha geçersiz olmaktadır.
b – Dünya arkadaşlığı kabir kapısında son bulur. Kabre giren kişi burada ömür sermayesinin ilk hesabını vermeğe başladığında, dünyada bırakıp geldiği arkadaşlarının bundan haberleri bile olmaz. Eğer kabir azabına layık görülürse, arkadaşları onu çoktan unutmuş olarak kendi sefalarını sürerken, o cefasını tek başına çeker.
Mahşer meydanında da benzeri bir durum vardır. Arkadaşlar bir tarafa, peygamberlerin bile kendi nefislerini kurtarma endişesine düştükleri o Celal tecellisi karşısında kimsenin kimseden haberi olmaz.
Mizan safhasında da durum aynıdır. Kimse kimseye bir dirhem sevap verecek halde değildir. ALLAH’ın seçkin kullarının, yine ALLAH’ın izniyle şefaat etmeleri dışında, herkes kendi derdiyle baş başadır.
Mizanda günahı ağır gelen, yahut küfür üzere ölüp ebediyen cehennemde kalacaklar için de yine arkadaşlıklardan eser kalmaz.
İnsan, bütün bu safhaları arkadaşlarından ayrı olarak tek başına yaşar.
Dünyada hayırlı işlerde arkadaşlık edenler, mizan safhasından sonra cennete giderler ve gerçek arkadaşlık da orada başlar. O selamet yurdunda ebedî dostluk ve daimî beraberlik vardır.
c –İkinci Lem’ada gerçek musibetin, asıl hastalığın ve en zararlı yaraların günahlar ve isyanlar olduğu izah edilmiştir. Burada geçen musibet kelimesi günah yerinde kullanılmıştır. Bir kimsenin aynı günahı toplumun bütün fertleriyle birlikte işlemesi onun için bir özür olacak değildir. Bunun ne kadar geçersiz ve manasız olduğunu zihinlerde iyice yerleştirmek için günah ve isyan yerine “musibet” kelimesi kullanılmış ve böylece insanlara şu mesaj verilmiştir:
Bir insanın başı ağrıdığında birisi kendisine şöyle dese: Hiç üzülme, hiç kederlenme. Çünkü bu gün bu şehirdeki herkesin başı ağrıyor.
Bu sözler hasta için bir teselli olabilir mi? Hayır.
Yahut, ticareti kötü gidip iflasın eşiğine gelen birisine bir dostu şöyle söylese: Üzülecek bir şey yok. Çünkü, şu anda binlerce kişi de senin gibi iflas etmek üzere.
Bu sözler, o kişinin borçlarını ortadan kaldırıp malına mal ilave eder mi? Hayır.
O halde, başkalarının günah işlemesi de insan için bir özür olamaz. Herkes kendi hastalığını ve kendi iflasını tek başına çeker. Biri diğerine deva olamaz.
“Ve keza "Musibet taammüm ettiğinde, elem hafif olur. Ben de emsalim gibiyim." diye yine yük altından kaçar. Fakat, musibet umum olduğundan, elemi muzaaf olur, kat kat ziyade olur. Çünki kendisi gibi akrabası, ahbabı da o musibete dâhildir. Çünki insanın ruhu, ebna-yı cinsiyle alâkadardır. Ne kadar umumî olursa, o kadar da elemi fazla olur.”
"Dostlar o gün birbirine düşmandır. Takva sahipleri müstesna. Ey benim âyetlerime îman edipte müslüman olan kullarım!.. Bugün size hiçbir korku yoktur. Mahzun da olmayacaksnız."Zuhruf, 67-68
Peygamber Efendimiz (s.a.v) nakline göre havariler Hz. İsa’ya (a.s): “Kiminle oturup kalkalım?” diye sorunca: Hz. İsa (a.s) şöyle cevap verdi: “O kimseyle oturun ki onu görmeniz size ALLAHı hatırlatsın, konuşması sizin ilminizi artırsın, ameli sizi ahirete meyillendirsin.” (Tuhef-ul Ukul )
"İnsan vardır fark edilmez süsünden.
Kimi farksızdırkoyun sürüsünden.
Her gördüğün şekle kapılma,
insan anlaşılmaz görüntüsünden...(!)"
Kişi arkadaşının dini ve ahlakı üzerinedir. Hadis-i Şerif
Kişi arkadaşı ile ölçülür.
Hz.Ali
"Herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder."Sözler
En büyük iyilik, arkadaşına ikramda bulunmaktır. Abdullah bin Abbas r.a
Söyle bana kiminle arkadaşlık ediyorsun, sana kim olduğunu söyleyeyim; neyle uğraştığını bilirsem, sende ne olur bilirim.
Johann Wolfgang von Goethe
Arkadaş edinmenin tek yolu, arkadaş olmaktır.
Ralph Waldo Emerson
Hakiki arkadaşlık sıhhatten farksızdır, kıymeti ancak elden gittikten sonra anlaşılır.
Golti
Kusurlarımızı zamanında söyleyecek arkadaş gereklidir.
Nicolas Boileau
eski zamanlarda arabistanda bir yolcu (Müslüman) tek başına çölde seyehat ediyormuş.Şeytan bu adamı kandırmak için insan kılığına girer ve adamın karşısına çıkar.
Şeytan
---Meraba arkadaş görüyorum ki tek başına yolculuk ediyosun istersen sana yolculuğun boyunca arkadaşlık ederim.Benim de yolum senin gittiğin yeredir.der
Adam çok sevinir
---Tabi der hemen kabul eder.İnsan . kılığındaki Şeytanın arkadaşlığıyla giderken öğlen olur.İkindi olur Akşam olur sonunda gece olur.Şeytan ben senle arkadaşlık etmek istemiyorum der.
Adam
---Ne oldu bir kusurum mu oldu ki ben sana ne yaptımda arkadaşlık etmezsin bana der.
Şeytan cevap verir
---daha ne olacak ki ben sabahtan beri takip ediyorum sen hiçbir vakitte namaz . kılmadın.Oysaki ben insan kılığında şeytanım seni kandırmak için senle arkadaşlık ediyordum.Baktım ki kandırmama gerek yok.Ben ALLAH’a bir kere secde etmedim isyan ettim ALLAH beni sonsuza dek lanetledi. Sen ise beş vaktin hiç birinde ALLAH’a secde etmedin yani günde beş kere ALLAH’a secde etmeyerek karşı geliyosun.Ben senin yanında birkez daha lanetlenirim diye ALLAH’tan korkarım seninle arkadaşlık etmekten vazgeçiyorum.Senin durumun benden de kötü.

25 Mart 2012 Pazar

"Mehdi geldiğinde seni vazife başında bulsun!"

Mehdi ?
-Mehdi meselesi akideye dahil değildir. Yani, bazı ehl-i iman mehdiyi inkar etse dinden çıkmış olmaz, onun feyzinden mahrum kalır, hizmetinden istifade edememiş olur.

-Mehdiyi şahıs olarak belirlemek zordur. Hemen her hizip, kendi üstadını veya şeyhini mehdi görme temayülündedir.

-Mehdi olmak ayrı, kendini mehdi zannetmek ayrıdır. Nitekim zaman zaman bazı meczuplar çıkmakta ve kendilerini mehdi veya İsa olarak takdim etmektedirler.
Halbuki, mehdi kendisinin mehdiliğine değil, İslama davet eder. Bir peygamber "ben ALLAHın elçisiyim, bana tabi olun" der. Ama mehdi, "ben mehdiyim, bana uyun, yoksa küfre düşersiniz" diyemez.
-"Mehdi kimdir? Ne zaman gelecektir?" gibi sorular, bazan insanı asıl vazifelerinden alıkoyabilmektedir. Bunun yerine doğrudan aktif hizmetle meşguliyet tercih edilmelidir. Hele hele mehdiyyet konusunu tartışma alanına sokmaktan kaçınılmalıdır. Nakledildiğine göre, Said Nursi sürgünde iken saf gönüllü bir zat "efendim, üzülmeyin. Mehdi gelecek, her şeyi düzeltecek" der. Said Nursi, şu anlamlı mukabelede bulunur: "Mehdi geldiğinde seni vazife başında bulsun!"
İnsanın aleminde birbiri içine girmiş muhtelif alemleri vardır. Bu alemlerin büyüklük ve küçüklük noktasından iki hali vardır. Bu hallerden birisi kemiyet (Miktar, sayı); diğeri ise keyfiyet (Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. Kalite)tir. Kemiyet keyfiyete nispetle daha önemsizdir. İnsanın alemindeki bu alemler ve dairelerden kimisi keyfiyetlidir, kimisi kemiyetlidir.

İnsanın bu alemlerinde kemiyet noktasından küçük olan, keyfiyet noktasında büyüktür. Keyfiyeti küçük olan alemin de kemiyeti büyüktür. İşte insanı aldatan ve yanıltan da bu noktadır.

İnsanın kalp ve mide dairesi kemiyet noktasında en dar ve küçük dairedir. Ama keyfiyet noktasında en büyük ve önemli bir dairedir. Bu dairenin vazifeleri çoktur ve hayatidir. Bu dairenin bir vazifesi geri kalsa, maddi ve manevi hayat çöker.
Mesela mide doyurulmazsa ceset ölür. Mide günde üç defa yemek ister. Bu isteğe muntazaman bakmak zorundayız. İnsan, sadece mide ve cesetten ibaret değildir. İnsanın bir de manevi bir mide ve cesedi vardır ki, bu kalp, akıl, vicdan gibi nurani ve latif şeylerden müteşekkildir. Nasıl maddi mide doyurulmak isteniyorsa, bu manevi cihaz ve duygular da doyurulmak ister. Maddi mide günde üç öğün yemek ile doyar, kalp ve ruh ise günde beş vakit namaz ile doyar. İşte bu vazifeleri terk etsek, hem maddi hem de manevi cesedimiz ölür. Bu yüzden bu küçük daire diğer büyük dairelerden daha büyük ve önemlidir.

Önem sırasına göre bu, kalp ve mide dairesinden sonra ceset ve hane dairesi gelir. Yani bizim midemizin nasıl ihtiyaçları var ve bu ihtiyaçlar sık aralıklarla giderilmek zorunda. Aynı şekilde aile ve ceset dairemizin de ihtiyaçları vardır. Eşimiz, çocuklarımız ve kendi bedenimiz için bir mesken, bir iş, bir geçimlik temin etmek, kalp ve mideden sonra ikinci önemli bir dairedir. Bu daireye karşı sorumluluk ve vazifelerimiz vardır. Bunları ihmal etmek olmaz.

Üçüncü daire ise mahalle ve şehir dairesidir ki, daire kemmiyeten büyüdükçe; vazife ve önem değeri azalıyor. Bizim kalp ve midemiz nasıl ceset ve hane dairesinin içinde ise ceset ve hanemizde mahalle ve şehir dairesinin içindedir. Bu yüzden bizim mahalle ve şehrimize karşı da sorumluluklarımız vardır. Mahallemizde yardıma muhtaç olanlara yardım etmek, çevremizi temiz tutmak, mahalle ve şehrimizi idare edecek, olanları seçmek gibi az ve uzun vadeli vazifelerimizdir.

Dördüncü daire ise vatan ve memleket dairesidir. Her insanın bu dairede belli başlı vazifeleri vardır. Ama bu vazifeler çok az ve uzun bir zaman gerektirir. Mesela askerlik yapmak ömürde bir defaya mahsus bir görevdir. Hükümeti seçmek beş yılda gelen bir vazifedir. Savaş olsa cepheye koşmak belki insanın ömründe hiç göremeyeceği bir vazifedir. Ama olduğu zaman bu vazifeye koşmak vatandaşlığın gereğidir. Bu daire az ve uzun vadeli olmasına karşın, en cazip ve insanı meşgul eden bir dairedir. İşte insanın, diğer kalp ve mide dairesini unutacak kadar bu daire ile meşgul olması, normal ve yararlı bir hal değildir.

Beşinci daire insanlık ve dünya dairesidir ki, en büyük ve insanları kendine çeken ve diğer asli ve önemli vazifelerini unutturan bir dairedir. İnsanların ekserisi bu dairenin cazibesine kapılıp, kendi küçük ama önemli dairede olan vazifelerini terk ediyorlar.

Halbuki bu dairede insanın belki ömrü boyunca bir vazifesi bile olmaz. Ama insan boşboğazlık edip kendi şahsi vazifelerini yapmaz, gider üzerine vazife olmayacak işler ile uğraşır. İnsanların ekserisinin dalalette olup kulluk vazifesini yapamamasının önemli sebeplerinden birisi de budur.
Misafirsin bu hanede ey gönül, Umduğunla değil bulduğunla gül, Hane sahibi ne derse o olur, Ne kimseye sitem eyle, Ne üzül...

24 Mart 2012 Cumartesi

ya kul olup kainata sultan olur

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHIM43. Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?

44. Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar. Furkan Suresi
ALLAH, insanı kulluk ve ibadet etmek için dünyaya göndermiştir. Bu yüzden insanın fıtrat ve mahiyetini de ibadet ve kulluğa göre donatmıştır. Yoksa hayvan gibi yutmak ve çabalamak için insanı dünyaya göndermiş değildir. İnsan iman ve ibadeti terk edip, hayvan gibi, dünyanın adi ve süfli zevk ve lezzetlerin peşine takılır ise; mahlukatın en alçağı, en rezili olur. Yok iman ve kulluğa riayet ederse, o zaman mahlukatın en üstünü ve en şereflisi konumuna çıkar. Zira insanı, ALLAH bu kıvamda yaratmıştır.
İnsanın önünde iki seçenek var, ya kul olup kainata sultan olur, ya da iman ve ibadeti terk edip mahlukatın en aşağı ve en rezili olur.

İnsanın bu dünyaya zevk ve lezzet peşinde koşmak için gönderilmediğine en güzel şahit; insan ile hayvan arasındaki farktır. İnsanın donanımına ve mahiyetine bakıldığında, dünyanın zevk ve lezzetlerine hapis olarak tasarlanmadığı anlaşılır. Ama hayvanın tasarımı, sadece dünyaya bakıyor. Hayvanda akıl olmadığı için, geçmiş ve gelecek onun nazarında yoktur, ama insanda akıl, hem geçmiş ile hem de gelecek ile ilişkilidir. Bu yüzden insan ALLAH’ı inkar edip, tamamen zevk ve lezzete odaklansa, ölüm ve zeval ona huzur vermez, onu taciz eder. Ama hayvanda taciz edecek bir akıl olmadığı için tam lezzet alır.
İşte insanın hakiki lezzeti alıp, hayvandan daha yüksek bir makama çıkması, ancak iman ve ibadet ile mümkündür. O zaman ölüm ve zeval, insana ızdırap veren bir hiçlik ve yokluk değil, ebedi saadetin bir başlangıcı, bir girizgahı hükmüne gelir. Şu insan, iman sayesinde lezzetlerin ve makamların en üstüne çıkar. İman, insan üzerinde baskı kuran bütün hadisatın tazyikatını kaldırır. İman, her şeyin içyüzünü ve hakikatini izah ve beyan ettiği için, insan karanlık ve sıkıntılardan da kurtulmuş olur.

Nefsimi Zat-ı Mualla’na kul eyle!

EY HERŞEYİ AÇAN ,EY YÜCELER YÜCESİ OLAN HAZİNELERİNİ AÇ
Ey RABB-i RAHİM’im! Ben kendimi bilmezken, Sen beni bildin, diledin ve yarattın! Beni insan yaptın; bana ihsan-ı şahanenden faruk bir akıl, zalim bir nefis ve mutî bir kalp verdin ve önüme insaniyet-i Kübra gibi bir hedef koydun! RABBim! Seni bilmeyi, bulmayı ve şükretmeyi bana müyesser kıl! Beni nefsime bırakma! Nefsimi Zat-ı Mualla’na kul eyle! Sana olan yolculuğumda elimden tut! Benden yardımını esirgeme! Âmin!
"Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek."
İnsanın başına gelecek muhtemel musibetlerden ve belalardan korkması imandaki zafiyetten ileri geldiği, yukarıdaki ifadeden çok net anlaşılıyor. Ama imanın da çok mertebeleri olmasından dolayı, her korkan insana imansız ya da imanı zayıf demek doğru olmaz. insan imanının kuvvetine göre hadiselerin baskısından etkilenir. Yani iman ne kadar kuvvetli ise, musibet ve belalar o kadar az tesir eder ya da hiç tesir etmez.
Bir de iman kuvvetli olduğu halde, vehim ve şüphelere düşmek vardır ki, bu ekseri ilimsizlik ve taklitten ileri gelir. ilim evhamı def eder, cehalet ise davet eder. Demek imanın kuvveti de bazen vehimlere set çekemeyebiliyor. İlimde terakki etmek hem bu tür evham ve vehimleri def eder hem de imanda mertebe kat etmeye sebeptir.
Vehim: Kelime olarak müphem ve mânasız korku, belirsiz fikir ve düşünce anlamlarına geliyor. Aynı zamanda cüz'i ve ince mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti. Günümüzün tabiri ile asılsız ve mesnetsiz kuruntu demektir. Akıl ve iradenin terbiyesine girmeyen ve insanı sürekli taciz eden bir duygudur. İnsan bu duygu sayesinde fikren ve manen teyakkuzda durur ve terakki eder. Bu duygunun esiri olmamak kaydı ile insana faydalıdır. Akıl ve kalp itminan bulsa da bu vehim kuvveti kolay kolay teslim-i silah etmez. Ancak ilimde ve imanda yüksek makam sahibi zatlar bu duyguyu teslim-i silaha mecbur edebiliyorlar. Yani vehim aynı farz-ı muhal gibi asılsız ve gerçekliği olmayan zihni bir varsayım ve kuruntudan ibarettir.
Yeryüzündeki bütün elmalar zatı itibari ile portakal olabilir. Yani ALLAH istese o elmaları portakala çevirebilir. Bu ALLAH için kolay bir şeydir. Şimdi bu olabilirlik ihtimalini olmuş gibi kabul edip, yer yüzünde elma diye bir meyve yoktur, onların hepsi portakal oldu desek, herkes bize güler. Zira elmaların portakala dönüştüğüne dair elimizde bir kanıt ve delil yoktur. Öyle ise kanıt ve ispat olmadan, elmaların zatında portakala dönüşmesi mümkündür diye, onları portakal kabul etmek hastalıklı bir zan ve vehimden öteye geçmez.
İşte bu gibi ihtimallerden gelen şüphe ve vehimlere önem verilmemesi gerekiyor. Şayet bu gibi vehimlere önem verilip üzerinde durulur ise, insan ruhen çok yıpranır ve en sonunda bitap düşer, hatta inkara kadar gidebilir.
’YâERHAMERRAHİMİN, medet! Bizi muhafaza eyle. Bizi cin ve insî şeytanların şerrinden kurtar. Kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur"
Âmin!

23 Mart 2012 Cuma

"Her şey fânî, ALLAH Ebedî Yâr"

"O'nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O'nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır."


"Sevgi varlığın sebebi "
"Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır." kâinatın yokluktan varlığa çıkışını muhabbete bağladığı gibi, hâl-i hazır varlığını ve işleyişini de muhabbetle bağlıdır.
Sadece Allah ile yarattıkları arasındaki değil, O'nun bir lütfu olarak, insan ile diğer canlılar arasındaki irtibatlar da muhabbet esaslıdır. Bu, varlık âleminde, atomun çekirdek ve elektronlarından, seyyare ve galaksilere kadar cazibe, çekim, meyil, ilgi ve yakınlık duyma şeklinde tecelli eder. Meselâ, hidrojenle oksijenin, suya dönüşmek üzere birleşmelerinde rol oynayan çekim gücüne, mecâzen aşk-ı kimyevî denir.
aşk ehli olan ALLAH dostları Vedûd isminin tecellilerine mazhardır.
Bu ismin penceresinden bakılırsa, kâinatın mayasının, varlıkların hareketinin ve aralarındaki münasebetin, çekilme, çekme ve çekim oluşturma kanunlarından kaynaklandığı, bunların da sevgiden geldiği görülür. İlâhî sevginin tecellisinden ve o muhabbetten herkes istidadına göre mest olur.

Peki, sadece sevgiyle yola çıkan, mânevî dinamiklerle yeterince donanmamış insan aradığı huzur ülkesine ulaşabilir mi?
"İman, insanı insan eder, hattâ sultan eder."
imanla beslenmeyen muhabbetin ve diğer lâtifelerimizin kendi başlarına bir hayat kılavuzu olamayacak. Bâki Olan'a (celle celâlühü) ulaşılmadan, O'nu tanımadan hakiki saadetin elde edilemeyecek.
"O'nu (celle celâlühü) tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O'nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır." Evet, RABB'ine tam yönelemeyen insan meşakkatli hayat yolunun menzillerinde yorulacak, geçidi zorlu, suyu derin mesafelerinde bunalımlar yaşayacaktır. Bu sıkıntılar, ancak insanın nefsini ve RABB'ini tanıdığı nispette azalacaktır. İnsanın kendisini doğru bir kılavuzla tanıması onun ruh haritasındaki her şeklin yerine oturması demektir. Felsefenin bakışıyla insan bir meçhul olsa da, bu, inanan insan için çok farklıdır.

Kur'ân, insanı abd (kul) olarak vasıflandırır. İnsan; eşya ve hâdiselerin tazyikâtından kurtulduğunda ALLAH'a gerçek mânâda kul olur. Böyle bir kulluğa erme ve sevgi dâhil bütün istidatların ruh haritasında yerini bulması elbette ki, terbiyeyle mümkündür. İnsan, küçük yaştan itibaren ancak irfan hedefli bir terbiyeyle sevgiyi sindirir.

Günümüzde psikiyatrik problemlerin bu derece artması, insanların her tür imkâna rağmen stres yüklü bir hayattan kurtulamamaları ve psikiyatriyle ilgili birimlerin hızla çoğalması ne anlatmaktadır?
Bu problemlerin, Yaratıcı'nın insana bahşettiği sevginin doğru yön ve yerini bulamamasından kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Zîrâ, imanla beslenmeyen sevgi, zamanla insanı yanlış düşüncelere yöneltebiliyor. Çünkü ALLAH'a, Âhiret'e, ebedî hayata inanmadan sevmek ve bunu sürdürmek mümkün değildir. Kâinat'a ve varlıklara O'nun hesabına bakmak ve mahlûkatı O'ndan ötürü sevmek insanı ayakta tutar ve hayata bağlar. Sonunun yokluğa çıktığına inanılan bir hayatta, sevme ve sevilme insana azaptan başka ne verebilir?! ALLAH yoksa, Âhiret yoksa, insan için ne var?!.. Bu imansız düşünce ve sevgi hayata hangi rengi katabilir, insana hangi şevki verebilir?!

alıntı..