24 Mayıs 2013 Cuma

müsvette yaşamayın...

"Namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümâtını dağıtır ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karmakarışık perişaniyet içindeki tebeddülât ve harekât, hikmetli bir intizam ve mânidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir." izah eder misiniz?


Namaz kılmakla ALLAH’ın emrine itaat eden insan bütün varlık âleminin de İlâhî emirlere göre hareket ettiğinin ve kendilerine yüklenen görevi en iyi şekilde yerine getirdiğinin farkına varır. Bütün âlemleri ALLAH’ın terbiye ettiğini düşünen insan, çevresini kuşatan sonsuz denecek kadar çok varlığı ve bir o kadar hadiseyi başıboş zannetme gafletinden kurtulur. Her şeyin ALLAH’ın terbiyesiyle bir kemal noktasına geldiğini düşünür ve kendi ruh âleminin de ancak iman ve ibadet ile terakki ve tekemmül edeceğinin şuuruna varır. Bu gibi düşüncelerin her biri bir zulümatı dağıtır.

İman en büyük nurdur, küfür zulümatını dağıtır. Her şeyi ALLAH’ın terbiye ettiğini bilmek eşyayı başıboş zannetme zulmetini dağıtır. ALLAH’ın ALİM ve HAKİM olduğunu hatırlamak ve her şeyin İlâhî ilim dairesinde cereyan ettiğini bilmek, aklının ermediği şeyleri veya işleri hikmetsiz zannetme zulümatını dağıtır.

Ahireti, mizanı, cenneti hatırlamak, ölümün hiçlik ve yokluk olduğunu zannetme zulümatını dağıtır. Üstat hazretleri bir başka risalesinde mahlukatın zahiren karışık hallerine akıl erdiremeyen ve onları hikmetsiz vehmeden insanlara, o eşyanın ve o hadiselerin diliyle şöyle ders verir:

“Bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir.”


Bu harika benzetmede, düz çizgilerden bir manâ çıkmadığına, kelime ve cümlelerin ancak farklı şekillerdeki harflerin bir araya getirilmeleriyle teşekkül edeceğine dikkat çekiliyor. Bizim nefsimiz; kedersiz, sıkıntısız ve zahmetsiz bir hayattan yanadır. Bunlar ise düz çizgiler gibidirler. Halbuki, yine Üstat hazretlerinin beyan ettiği gibi “Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar.” (Lem’alar)

Konunun devamında,"Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.” buyrulmakla böyle bir hayat, fazla bir manâ ifade etmeyen düz çizgilere benzetilmiş olur. Bu âlemde cereyan eden hadiseler de yazıdaki o eğri çizgiler gibidirler

22 Mayıs 2013 Çarşamba

hür ve serbest bilse de

İnsan tek başına ve müstakil bir varlık değildir. O her ne kadar kendisini hür ve serbest bilse de her şeyiyle kâinata bağlanmış ve adeta onun bir parçası olmuştur.
Ayakları yer çekimiyle yere raptedilmiş, ciğerleri havayla sürekli içli dışlı olmuş, kulakları sesler âlemiyle temasa geçmiştir. Üstadımızın harika tespitiyle o insan “kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi” olan bu insan, bütün bir kâinata meyvenin ağaca bağlı olması gibi bağlanmıştır.

İşte bu insan her ne amel işlese, bütün kâinatı da ona hizmet ettirir, yani bütün bir âlemin yardımıyla o işi icra eder. Buna göre, bir insan kendisine yardım eden bütün eşyayı yaptığı hayırlı işlere bir bakıma ortak etmiş olur ve onları bir cihetle sevindirir, memnun eder. Aksi halde, ALLAH’ı her an tesbih eden bu varlık âleminin hukukuna çok büyük bir tecavüz etmiş olur ve bütün mevcudatı kendinden şikayetçi yapar.

Yine bu insan, kendi ruh âlemini hangi renkle boyarsa, o aynada tecelli eden hususi âlemini de o renk ile boyamış olur. Bu nokta, Lem’alar’da şöyle nazara verilir:

"Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş; o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş’eli, müjdeli ve kemâl-i neş’esinden gülen bir adam, kâinatı neş’eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür."
“Cezallahu anna seyyidena Muhammeden ma Huve ehlühü “
“ALLAHım O’nu layık olduğu şekilde mükafatlandır.”
her cuma gecesi bu salavat çekilecek inşALLAH
(perşembe akşam namazından sonra)
en az 100 tane

17 Mayıs 2013 Cuma

plazma televizyonlaaarrrrr

"Lâsiyyema, uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzet olmuş adam dinsiz yaşayamaz." Üstad bu müthiş tespitleri nasıl yapıyor?

İnsanların medenileştikçe sorunlarının artacağını nasıl görüyor? Zamane insanı ebedi hayatı neden daha çok istiyor?

Nasıl mide fıtraten yemek ve içeceğe tiryakilik derecesinde meftun ve muhtaçsa, aynı şekilde insanın kalbi ebediyete tiryakilik derecesinde meftun ve müpteladır. ALLAH, insanın fıtrat ayarlarını ahirete yönelik yaratmıştır. Dünyanın sönük ve adi kırıntıları, bu ayarları tatmin ve tekmil edemez. Mide ile rızık arasında nasıl kopmaz bir bağ varsa; kalp, ruh, vicdan gibi duygular ile ahiret arasında da öyle kopmaz bağlar vardır. İşte insanlığın dine olan ihtiyacı bundan dolayıdır.
Bazı zamanlar ve bazı faktörler; insan ile ahiret arasındaki bu bağları örtebilir. İşte bu örtülme olayına uyumak, bu örtünün kalkmasına da uyanmak deniyor.
Bazen ALLAH, musibetler ve dünyanın çirkin yüzünü göstermek sureti ile bu örtüyü kaldırır. Mesela; Birinci ve İkinci dünya savaşlarında, Avrupa’nın medeniyet fantezisi fena halde kırıldı ve dünyanın acı ve ekşi yüzü insanlığa göründü. Bir deprem gelir, senin fantastik ve günahlı hayatını alt üst eder. İnsanın fıtratı ile ahiret arasında zaten mükemmel bir senkronize var, bunun hissedilmesi için az bir musibet yetiyor.
İnsanın fıtrat ve vicdanı bütün şaşası ile ALLAH ve ahireti arar dururken, insanın buna ilgisiz ve lakayt kalması kabil değildir. İnsanın ve insanlığın dinsiz kalamaması bu sebepten dolayıdır. Risale-i Nurların bütün eczaları bu ince ve latif münasebeti izah ediyor. Üstad Hazretlerinin bu ince ve görülmesi zor şeyleri izah etmesi vehbidir, yani ALLAH vergisidir, bunlar ilim ve zeka ile ifade edilemezler.
Bu zamanda insanların yükü ağırlaşmış, hayatın teklifi şiddet peyda etmiş, ihtiyaç ekside dört iken şimdi yüze belki bine çıkmış, musibet ve hastalıklar daha da artmış. İletişim ve ulaşımın gelişmesi ile hayat çok hızlı akar bir vaziyete gelmiş olduğu için, bu zamanın insanı fıtri ihtiyaç ve ayarlarını daha net görür bir hale gelmiştir. Eski zamanda bunların bir çoğu bulunmazdı ve hayat ağır değil hafif idi. İhtiyaç dört olduğu için hayatın ağırlığı hissedilmiyordu. Şimdi adam evine bir plazma televizyon almak için kendini paralıyor ve yıpratıyor,
bu da kalp ve ruhu sıkıp eziyor. Kalp ve ruh sızlayınca dünyaya karşı fıtri bir nefret tevellüt ediyor.
Özet olarak; nasıl mide rızıksız yaşayamaz ise, insandaki kalp, ruh, vicdan ve sair şeyler de dinsiz, imansız, marifetsiz ve nursuz yaşayamaz.

16 Mayıs 2013 Perşembe

ekim, ekme, ziraat

Receb ayında sevablar kulların defterlerinin sevab hanelerine, bol bol dökülmesi dolayısıyla da recebül esabb denmiştir.
Yâni, sevabların bol bol, şarı şarıl, gürül gürül döküldüğü ay demek... Sabbe, Arapçada dökmek demek... Nehrin de böyle dağlardan çağlayarak şaldur şuldur akıp da döküldüğü yere münsab derler; o da aynı kökten... Receb-ül esabb; ALLAH'ın rahmetinin cûşa gelip, ikram ü ihsanâtının şarıl şarıl, güldür güldür kullara geldiği ay demektir.

Arifler ve din alimleri kitaplarında yazmışlar ki, bu ay ekim, ekme, ziraat ayıdır. Sevaplı işler, oruç tutmak, tevbe etmek vs. güzel şeyler yapılır. Bir mahsulün ekilmesi gibi ziraat, ekim ayıdır. Şa'ban bakım ayıdır. Ramazan biçim ayıdır, yâni mahsulün alındığı aydır demişler. Demek ki Receb ayı, bizi Ramazan ayına hazırlayan bir mevsimin ilk adımı olmuş oluyor.

Onun için, "Receb ayı tevbe ayıdır." demişler. Yâni kul ne yapacak?.. "Yâ RABBi! Ben suçluyum, kusurluyum; beni mağfiretet..." diyerek hatâsını itiraf edip, hatâsından dönerek,
CENAB-I HAKK'ın yoluna girecek.

• Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regaib gecesi, Şabanın 15. gecesi, Cuma, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi.)

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var

"Herbir insanda, her bir latifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var." cümlesini nasıl anlamalıyız?

İnsan, fıtrat ve fıtrata konulan cihaz bakımından mahlukat içinde en cami ve en külli bir keyfiyete sahiptir. İnsanın her bir aza ve duyguları bir aleme açılan pencereler hükmündedir. İnsan o pencereler vasıtası ile o alemleri seyredebilir.
Mesela insandaki göz,
renkler alemine açılan bir penceredir.
Göz ile o renkler alemindeki cümbüş ve nakışları seyreder ve sanatkarına karşı bir yol bulur.
Göz bu alemi seyrederken ALLAH’ın sanatları ve nakışları suretinde seyrediyor ise, hem ibadet, hem de lezzet alır. Gözün görmesi zaten kendi başına bir lezzettir. Göz görmüyor, nakışları ve sanatları ALLAH’a değil de tabiata veriyor ise, bu onun hem maddi, hem de manevi elemidir.

Yine kulak sesler aleminin bir kapısıdır; insan o kapıdan bütün mahlukatın tesbih ve zikirlerini işitir. Kulak, helal sesleri işitip onda tesbih ve zikir manalarını idrake vasıta oluyor ise, bu onun ibadeti ve lezzetidir. Haramları dinliyor ise bu, hem azaba sebep, hem de fıtratına aykırı olduğu için bir elemdir.

Akıl bir kudsi alettir, kainat kitabında yazılan bütün manaları onun vasıtası ile okuyup tefekkür eder. Akıl bu manaları iman hesabına okursa, tefekkür olup ibadetlerin en güzeli olur; zira PEYGAMBER EFENDİMiz (asv) "Bir saat tefekkür, bir yıl nafile ibadetten üstündür." diyor. Yok akıl bu vazifeden mahrum olursa, bu kez de geçmişin acılarını, geleceğin endişelerini hazır zamana taşıyan bir azap aleti durumuna dönüşür.

Kalp külli bir muhabbet istidadı olan yüksek bir latifedir. Hiçbir mahluk insan kadar ALLAH’a muhabbet besleyebilecek kabiliyete sahip değildir. İnsan bu latifesini ALLAH’ın sonsuz cemalini sevmekte sarf ederse dünya ve ahiretin en bahtiyarı olur, hem de ibadetlerin en kudsisi olan İlahi aşka mazhar olur. Aksi durumda kalp,
mecazi aşklardan çok azap ve çile çeker.
Zira kalbi-i beşer mecazi aşklar ile tatmin olmaz, tatmin olmayınca da çile çeker. Aşıkların maşuklarından şikayetçi olması buna en büyük delildir.

Özet olarak
ALLAH buna benzer sayısız latife ve duygular ile insanı donatmıştır. Ve her bir latife ve duygunun da ayrı bir vazifesi, ayrı bir maksadı vardır. İnsana düşen şey ise bu duygu ve latifeleri o vazife ve maksatlarda kullanmaktır. İşte bütün bu duygu ve latifeleri ALLAH’ın istediği bu külli vazife ve maksatlarda kullanmak, ibadetin ve kulluğun özü ve özeti oluyor.

Akıl ALLAH’ın sanatlarını okuyup tefekkür etmekte kullanmak için bize verilmiştir. Biz bu cihazı dünyanın geçici ve adi işlerinde sarf edersek bu cihazı veriliş amacına uygun kullanmamış oluruz.

Yine kalbi sadece ALLAH’a tahsis etmeyip dünyanın fani ve çirkin yüzüne sarf edersek, kalbin veriliş maksadına aykırı kullanmış oluruz...

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Şeytanın Sağdan Yaklaştığı Bel'am İbni Baura'nın İbretlik Hayatı

Bel’am İbni Baura israiloğullarına mensup bir zattır.Bel’am İbni Baura ihlası ve ameli ile öyle bir makama çıktı ki,ismi Azam’ı bilirdi.
Körleri, kötürümleri,sakatları iyileştirirdi bunlar ona ALLAH'ın (c.c) birer lütfu idi.Her duası kabul olunurdu.
Bel’am İbni Baura’nın kavmi kâfirdi. Bu kavmin içinde sadece kendisi ve ailesi müslümandı.

Bel’am’ın kavmi kâfirliklerini ve isyanlarını azdırdılar. Öyle ileri gittiler ki; CENAB-I HAKK musa Aleyhisselama onlarla savaşması için emir verdi. Musa Aleyhisselam savaş hazırlıklarına başlayınca bu haber çabucak duyuldu. Bel’am’ın kavmi haberi duyunca korkuya kapıldılar
ve dediler ki:
''Bizim Musa ile baş edecek gücümüz yok.''Aralarında ne yapacaklarını tartışırlarken biri şöyle dedi:
''Şu duası kabul olan Bel’am’a gidelim, o bizi Musa’dan kurtarır.''
Kavmin ileri gelenleri Bel’am’ın yanına gidip durumu söylediler:

''Musa ordusu ile yola çıktı, üzerimize geliyor, bizi helak edecek.Gidecek yerimiz yok, sana geldik,bize yardım et, Musa’yı bizden uzaklaştır.''Kavmi dinleyen Bel’am onlara dedi ki:
''Siz ne istediğinizin farkında mısınız? Musa ALLAH’ın nebisidir, ben ALLAH’ın dostunun aleyhine nasıl dua ederim?''
Bel’ am kavmin talebini reddetti. Fakat kavmin yapacak başka bir şeyi yoktu.Musa Aleyhisselam ile baş etmeleri imkansızdı.Önlerinde bir çıkar yol vardı:Bel ’am’ ı İbn-i Baura yı ikna etmek.
Kavmi birçok hediyelerle, ziynetlerle Bel’am’ın hanımına gittiler ve dediler ki:
''Başımızda şöyle bir sıkıntı var. Biz senin efendinle konuştuk, ama bir türlü ikna edemedik. Sen bizim yerimize efendin ile konuş ve onu ikna et, bize yardım etsin.''
Kadın hediye ve ziynetleri görünce '' Tamam'' dedi.
''Ben Bel’am ile konuşup bu işi halledeceğim.''
Bel’am’ın hanımına karşı düşkünlüğü vardı, onu çok sever,
onun sözüne itibar eder, isteklerini yerine getirirdi.
Hanımı Bel’am’ ın yanına gelerek ona durumu arzetti.
''Bunlar bizim yakınlarımız, komşuluk hakkı vardır.Yakınlarımız darda kalınca onlara yardım etmek görevimizdir.Şimdi onlar çok büyük bir sıkıntı ile karşı karşıyadır.Senin gibi bir adam nasıl olurda komşularına yardımdan kaçınır.''Bel’am İbni Baura:
''Hiç olacak iş mi?Bir pergamberin aleyhine nasıl dua edilir?Bu ona ALLAH katından verilmiş bir emirdir.Şayet bu emrin ALLAH katından olmadığını bilsem, kavmime dua edbilirdim.''
Karısı vazgeçecek gibi değildi.Bir açık kapı buldu ya, ''Bu emir ALLAH katından olmasaydı''…O da bu emrin ALLAH katından olmadığını anlatmaya ,bu konuda bel’am’ı ikna etmeye çalıştı.Uzun uğraşmalar sonucunda, kadın Bel’am’ı ikna etti.Bel’am Musa Aleyhisselem’ın aleyhine dua etmeyi kabul etti.
Bel’am’a o gece rüyasında ''Ey Bel’am helak olacaksın'' denildi.
Karısının baskısıları öyle bir gözünü döndürmüştü ki, rüyasındaki uyarıyı önemsemedi bile.Sabah olduğunda her zamanki gibi eşeğine binerek dua ve niyazda bulunduğu dağa çıkmak için yola koyuldu.Yola koyulmuşlardı ki eşek adım atmadı.Eşeğini dövdü olmadı.Eşek ayak diremiş, bir adım dahi atmıyordu.
ALLAH (c.c) izni ile eşek dile gelip konuştu:
''Ey Bel’am sana yazıklar olsun!Sen beni nereye götürüyorsun?Görmüyorsun ki önümü melekler kesmiş.ALLAH’ın nebisinin aleyhine dua etmeye nasıl gidebilirim, bırak beni.''
Bel’am baktı olmayacak eşeğini bıraktı, yaya olarak dağın tepesine çıktı.
Dağın zirvesine çıkan Bel’am’ın yanına kavmindende bir takım beyinsizler gelmişti.Hep birlikte başladılar Musa Aleyhisselem’a beddua etmeye.
Bel’am’ın yaptığı beddualar, ters dönüyor, kavmine yöneliyordu.Kavmi şaşırdı:
''Ey Bel’am!Sen ne yapıyorsun?Sen bize beddua ediyorsun.’’
Benim elimden bişey gelmiyor.Ben Musa’nın aleyhine dua ediyorum, ağzımdan dua sizin aleyhinize çıkıyor.''
Bel’am ebedi kaybedenler kervanına yazılmıştı.
Duası biter bitmez dili uzamaya başladı.Dili göğüslerine kadar uzadı.Bel’am dedi ki:
''ALLAH’a yemin olsun ki, dünyamı da ahretimi de kaybettim.Benden size hayır yok.Siz şimdi beni iyi dinleyin.Ellerinizin altındaki genç kızlarınızı giydirin, bir güzel süsleyin.Musa’nın ordusu gelince, kızlarınızı ordunun içerisine salıverin.Kızlarınız Musa’nın ordusundaki erkeklerin kendilerine saldırmasına ses çıkarmasınlar.''
Musa Aleyhisselam’ın ordusu, yaklaşınca genç kızlar, genç kadınlar, Musa Aleyhisselam’ın ordusunun içerisine dalıverdiler.
Musa Aleyhisselam’ın ordusunun içersine giren kadınlardan bir tanesi çok güzeldi, güzelliği dillere destandı.Bu güzel kadın komutanlardan birinin dikkatini çekti.Komutan kadını alarak doğruca Musa Aleyhisselam’ın yanına çıktı.Komutan kadını göstererek dedi ki:
''Sen şimdi diyeceksin ki, bu kadın sana haramdır?''Musa Aleyhisselam:
''Evet haramdı.Sakın o kadına yaklaşma.''Fakat komutan Musa Aleyhisselam’ın sözünü dinlemedi ve kadına yaklaştı.Komutanın yaptığı çirkinliği gören bazı beyinsizlerde aynı çirkinliği yaptılar.Aradan çok zaman geçmedi ki,
askerler arasında kolera salgını baş gösterdi.Rivayet edilir ki, yetmiş bin kişi koleraya yakalandı.Sonra ordunun içinden güçlü kuvvetli bir zat çıktı
ve komutan ve birlikte olduğu kadını bir kılıç darbesiyle öldürdü.Bundan sonra salgın bıçak gibi kesildi ve askerler sağlığına kavuştular.
Mevla Teala, Bel’am İbni Baura’dan imanını soyup çıkardı.Onda bulunan bütün özellikler gitti.Bel’am İbni Baura’dan yüksek makam alındığı gibi rivayet edilir ki, tarihin ilk inkar kitabınıda Bel’am yazmıştır.

''Dileseydik, elbette onu bu ayetler sayesinde yükseltirdik.Fakat o, dünyaya saplandı ve heveslerinin peşine düştü.Onun durumu tıpkı köpeğin kine benzer:Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur.İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir.Kıssayı anlat;belki düşünürler.''(Araf, 176)

(s.a.v) buyurdular ki:
''Ahir zamanda kişinin cehenneme girmesi ya zevcesinin, ya annesinin, ya babasının, ya da evladının yüzünden olacaktır.''
Bel’am İbni Baura’nın kıssası bir çok peygamberin merakını celbetmiştir.
ALLAH Teala’ya sormuşlar:
''Ya RABBi! Bel’am İbni Baura’ya bu kadar ayetler verdin, onları niye uhafaza etmedin?''

CENAB-I HAKK buyurmuş ki:
''Biz ona çok sayıda nimetimizi verdik, o verdiğimiz nimetlere bir gün şükretmedi.Eğer şükreden bir kul olsaydı, onu muhafaza ederdik.''
''Bu hayat ve bu dünya bizi kovmadan evvel ve “Haydi dışarıya!” demeden, biz kemâl-i izzetle, ALLAHaısmarladık deyip izzetimizle bu fâni zevklerimizi bırakmalıyız.'' (Emirdağ Lâhikası)
ALLAHım sonsuz sınırsız şükürler olsun sana
kıyamete kadar yapılan şükürlerin mislice
şükürler hamdler olsun
MKSHFN
önceki emailler bu bloglarda
lumiere571.blogspot.com
latahzeninnallahemeana.wordpress.com

10 Mayıs 2013 Cuma

Oku bakalım

İnançlar ve ameller üzerinde insan psikolojisinin, aile ve çevrenin çok etkisi vardır. Sorular herkese eşit olur, ancak şartların eşit olmaması nasıl açıklanabilir?

Öncelikle şu hususlara dikkat etmek gerekir:

a.İmtihanın en önemli özelliği, herkes tarafından hemen anlaşılmayan sorular ihtiva ediyor olmasıdır. Yani akla kapı açılır, fakat aklın iradesi elinden alınmaz. İmtihanın bütün soruları basit ve herkes tarafından hemen anında anlaşılabilir bir şekilde ise, bu imtihan yapmacık ve ciddiyetten yoksun demektir.

b.İmtihanın en büyük maksadı, bilenlerle bilmeyenleri, çalışkanlarla tembel olanları, aklını kullananlarla kullanmayanları birbirinden ayırt etmektir.

Buna göre, eğer gök yüzünde “LAİLAHEİLLALLAH” yazılarak, aklın iradesini elinden alacak şekilde, insanları ALLAH’a iman etmeye zorlayan açıklıkta bir imtihan olsaydı, Hz. Ali (ra) gibi ilmin zirvesinde olan bir kimse ile cehaletin sembolü haline gelmiş Ebu Cehil aynı seviyede kalmış olacaklardı. Hz. Ebu Bekir (ra) gibi dürüstlük ve samimiyetin simgesi olan bir kimse, yalancılıkla ün yapmış Müseyleme-i Kezzap gibi bir yalancı ile aynı noktayı paylaşmış olacaklardı. Bu ise, imtihan sırrına aykırıdır.

c. İlahî imtihanın -soruda belirtildiği gibi- eşitlik ve adalet anlayışı bakımından bazı noktalarının biz insanlara açık olmaması da bir imtihan gereğidir. Çünkü, insanoğlu her zaman, her an bir çeşit imtihana tabi tutulmaktadır. Bu imtihanların bazı noktalarının kapalı olması, yukarıda belirtilen imtihanın bir gereğidir.

O halde bize düşen imanımızın temel referans kaynağı olan Kur’an ve sünnetin ışığında aklımızı kullanarak konuya yaklaşmaktır.

d. Bu pencereden baktığımızda şunları söylemek mümkündür:

- ALLAH âdildir, asla kimseye haksızlık etmez.
Bu konuda bize farklı gelen konularda tek rehberimiz “ALLAH kullarına asla zulmedecek değildir.” (Ali İmran, 3/182; Enfal, 8/51; Hac, 22/10) mealindeki ayetlerde vurgulanan gerçek olmalıdır.

- İslam’da çocukların ve delilerin imtihana tabi tutulmamaları, bu konudaki ilahî adaletin açık bir yansıması olarak değerlendirilmelidir.

- Konuya “Biz bir peygamber göndermeden kimseye azap edecek/ceza verecek değiliz.”(İsra, 17/15) mealindeki ayetin vurguladığı hakikat penceresinden bakmak gerekir. Şekli ne olursa olsun,
insanın gerçekleri algılamasına mani olan sosyolojik, psikolojik, biyolojik, çevresel herhangi bir baskı ve engelin olması durumu, yukarıdaki ayetin mesajı kapsamındadır.
- İman şuuruyla konuya yaklaştığımız zaman, rahatlıkla diyebiliriz ki; hiçbir bilimsel keşif, ALLAH’ın adaletini yok sayamaz. Hiçbir “inanç geni” insanın özgür iradesini ortadan kaldıramaz. Hiçbir çevre faktörü ALLAH’ın adaleti ölçüsünde göz ardı edilmez. Aklın ve iradenin yüzde yüz ortadan kalktığı bir ortamda hiçbir sorumluluk söz konusu olamaz. ALLAH’ın mesajını algılamaktan uzak bir atmosferde yaşayan hiçbir insan cezaya çarpılmaz.

- ALLAH’ın vereceği her ceza âdildir. ALLAH’ın cezalandıracağı her insan suçludur. Suçlu olan her insan, kullanılabilir bir özgür iradeye, algılayabilir bir akla sahiptir.

“Geleceğinde şüphe olmayan o hesap gününde onları topladığımız ve herkese kazandığı şeyler eksiksiz verilip hiç kimseye haksızlık edilmediği gün, durumları nasıl olacaktır?” (Ali İmran, 3/25)

“Her insanın işlediği amel çizelgesini boynuna taktık. Mahşer günü onun karşısına, dünyada yapmış olduğu her şeyin bir bir kaydedildiği ve önünde açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkaracağız. 'Oku bakalım, tercih ve eylemlerinle yazmış olduğun kitabını. Bugün kendi hesabını görmek için bizzat kendi vicdanın yeter sana!' denilecek.” (İsra, 17/13-14)
önceki emailler bu bloglarda
latahzeninnallahemeana.wordpress.com
lumiere571.blogspot.com

9 Mayıs 2013 Perşembe

gayrimüslimlerin yaptıkları iyilikler ne olcek

İyiliklerin ALLAH rızası haricinde yapılmasının hiç bir değeri olmadığı halde gayrimüslimlerin yaptıkları iyilikler nasıl boşa gitmeyecektir?ALLAH rızasını gözetmeden yapılan iyiliklerin geçerli olduğu durumlar mı var?ALLAH rızasını düşünmeden ancak şan ve şöhret için de olmayan iyilikler geçerli mi?
Küfür iyi ve güzel namına ne varsa hepsini silip süpüren bir zehirdir; iyilik adına yapılan amellerin bütün dallarına sirayet eden bir kanserdir. Deyim yerindeyse, küfür ilahî devleti yıkmaya, Kur’anî anayasayı ilgaya teşebbüs olduğundan -kâfirin hiç bir iyi işi değerlendirmeye alınmaksızın- idamla mahkum olmak gibi bir cezayı gerektiren bir suçtur.
“RABBlerini inkâr edenlerin durumu şudur: “Onların amelleri, fırtınalı bir günde şiddetli rüzgârın uçurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İşte haktan en uzak sapıklık budur”(İbrahim, 14/18)
Hiç bir devlet, onu yıkmaya çalışan bir eşkıyayı-tevbe edip af dilemediği sürece-affetmez, onun bazı iyi davranışlarını nazara alarak onu normal itaatkâr olan vatandaşlarla aynı kefeye koymaz. Bu husus küfür-iman unsurları için geçerlidir.
Bununla beraber, ALLAH sonsuz merhametini göstermek için kâfirlerin bazı iyiliklerinin karşılığını bu dünyada-sağlık, zenginlik, huzur, mutluluk ve benzeri güzellikler- şeklinde veriyor.
“Dünya mümin için hapis, kâfir için cennettir”
Müminler, genellikle günahlarının cezasını dünyada gördükleri sıkıntı ve musibetlerle çektikleri için dünya onlar için bir nevi cehennem, zindan ve hapis olur. Kâfirler ise, yaptıkları iyi işlerinin karşılığını kısmen dünyada-sağlık, sıhhat, nimetlerle-gördükleri için dünya onlar için bir nevi mükâfat yeri olan cennet gibi olur. Ayrıca, dünya –müminler için-cennete nispeten bir zindandır, kâfirler için de cehenneme nispeten bir cennet gibidir(Lemalar/ 10. Lemanın sonu).
Bir mümin her zaman yaptığı işin ALLAH rızası olduğunu düşünmeyebilir. Onun imanı, zımnen ALLAH’ın rızasını gözetmeyi üstlenmiştir. Şöhret, riyakarlık gibi açıktan ALLAH’ın rızasına aykırı düşen niyetler olmadığı sürece, müminlerin yaptıkları iyi ameller ALLAH’ın rızasına matuf olur. Fakat açıkça ALLAH rızasını dışlayan bir niyet bir düşünce söz konusu olursa bunun bir değeri olmaz, bilakis cezası olur.
Kafirlerin işledikleri iyilik onların Cehennemden çıkmasına sebep olmaz. Bununla beraber küfrüyle insanlığı zehirleyen kimselere göre azabı daha hafif olur.
önceki emailler bu bloglarda
latahzeninnallahemeana.wordpress.com
lumiere571.blogspot.com

o-hooo!...

ALLAH'ın iyi bir ateisti diğer zalimlerle aynı cehenneme gönderecek olması adaletli olabilir mi? İyilikler yapan bir ateist neden kötü insanlarla aynı cehenneme gidecek?
Zulmü sadece insanlara veya canlılara zarar vermek şeklinde anlamak eksik bir anlama olur. Zulüm bir şeyin hakkını vermemek veya bir şeyi hakkı olan yerden başka yere koymaktır. Dolayısıyla ilahlık vasfını ALLAH'tan başkasına vermek, ortak kılmak ve ya ALLAHın ilahlık vasfını inkar etmek en büyük zulümdür. Bu zulmü işleyen ateistlerin cehenneme gitmesi ise adaletin ta kendisidir.
"Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13).
Şirk; göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların, maddenin ve hayatın zorunlu olarak teslim olduğu küllî bir kanuna isyan etmektir.
Şirkin zulüm oluşu, sadece ALLAH'ın hukukuna karşı bir tecavüz, iftira ve hakaret oluşu sebebiyle değildir. Şirk aynı zamanda kâinatın ve umum mahlûkatın hukuklarına karşı da büyük bir hakaret ve tecavüzdür. Kainatın birinci maksadı ALLAH’ı insanlara tanıtmak ve tevhid hakikatini isbat etmektir. Bütün mevcudat bu maksat etrafında kümelenmiş hizmet ederken, insanın bu ana maksadı görmezden gelmesi ve inkar etmesi, bir cihetle atomdan gezegenlere kadar her mevcudun hareket ve vazifesini hafife almak olup, onların haklarına bir tecavüzdür. Öyle ise basit gibi duran inkâr, neticesi itibari ile çok büyük ve zulümlü bir harekettir.
Bir çocuğa zina çocuğu demek nasıl hem ona hem de onun anne babasına ve akrabalarına hakaret, zulüm, kıymetini düşürmek, haklarına saygısızlık etmek ve tecavüzdür. Bu iftirada bulunan kişinin, insancıl geçinmesi ve iyilik yapıyor görünmesi, bu iftirasını ve hakaretini yok etmez. Bunun gibi, kainattaki bütün varlıkların Sahibini, Malikini, Yaratanını, Rızık verenini gibi binlerce ismin sahibi olan ALLAH’ı inkar etmek de bundan daha büyük zulüm, hakaret ve saygısızlıktır.
Şirk'e düşen insanın ALLAHu Teala ile bağları kopar, ibadetsiz, yaratılış gayesinden habersiz asi bir duruma düşer.
Her şey ALLAH’ı tespih eder, ama bu tespihin en mükemmel şeklini insan icra eder. Melekler de bu kâinattaki İlâhî eserleri tefekkür ederler, lakin bu tefekkürün de en ileri seviyesini insan ortaya koyar. İbadetin zıddı isyandır. ALLAH’ın rızası yolunda yürümeyen insan, isyan yolunu tutuyor demektir.
İsyan ise “kâinatın kemâlâtını inkâr”dır. Çünkü, isyan eden insan da kâinat ağacının bir meyvesidir ve bütün bir ağacı, kendi isyanına hizmet ettirmektedir. İbadetsiz birine yol göstermek, güneş için bir kemâl olmadığı gibi, böyle birinin kanını temizlemek de hava için bir kemâl değildir. Aynı şekilde, böyle birini sırtında gece gündüz gezdirmek de yer küresi için kemâl sayılamaz.
İnsanın hizmetine verilen bütün varlıklar ve yine insana ihsan edilen bütün duygular ve organlar, bu mânâda değerlendirildiğinde, ibadeti terk etmenin şu muhteşem kâinatın kemâlini görmemek ve gafletle perdelemek olacağı daha iyi anlaşılır.
Demek ki, her şey ALLAH’ı tanıtmak ve sevdirmek üzere programlanmıştır. Bu programın dışına çıkıp bazı şeyleri bazı sebeplere vermek ise şirk ve zulümdür ve affı kabil değildir.ALLAH kainattan matlup olan ilahî maksatlarını miskin ve aciz olan sebeplere kaptırmaz, onlara bozdurmaz. Bu sebeple kâinatın her şeyi üstünde müthiş bir cebir ve izzet ile kendini ihsas edip ilan ediyor. Bu ilana göz kapamayı veya inkar etmeyi de sonsuz bir azap ile cezalandırıyor.
Mesela, REZZAK ismi kainattaki bütün canlıların rızkını mükemmel bir ahenk ve titizlikle temin ediyor. İnsan bu ismin tecellilerini okuyup, önce REZZAK isminin manasını ve hükmünü talim edip, sonra bu ismin sahibi ve kaynağı olan ALLAH’a intikal etmesi gerekirken, bütün rızıkları sebeplere taksim ederek ne ismi ne de ismin arkasında duran ALLAH’ın Zat-ı Akdesini tanımıyor. Bu tanımamak ve inkar etmek, hem REZZAK isminin hukukuna bir tecavüzdür, hem de o ismin sahibi olan ALLAH’a hürmetsizlik ve saygısızlıktır.
Diğer bir husus; nasıl mahkemede suçun yanında bir de kamu davası açılır. Zira mahkeme insanların ortak bir alanıdır. Aynı şekilde küfür ve şirk sadece ALLAH’ın izzet ve azametine dokunan bir suç değil, ayrıca bütün kamunun da hakkına bir tecavüz olmasından, ALLAH kafiri cezalandırırken, bütün bu hakları da nazara alıyor ve öyle yargılıyor.
Bin kişinin çalıştığı bir gemide, dümenci vazifesini yapmasa ve gemiyi karaya oturtsa, gemi sahibi o dümenciyi cezalandırırken, diğer gemi çalışanların da hakkını o dümenciden sorar. Dümencinin; ben basit bir dümeni döndürdüm, neden bu kadar üstüme geliyorsunuz, demeye hakkı yoktur. Belki dümeni sağa çevirmek basit bir eylem olabilir, ama neticesinde koca gemi mürettebatı ile batıyor. Demek önem eylemin basitliğinde değil, ondan sudur eden neticenin büyüklüğündendir.
İşte kainat da koca bir gemi gibidir. İçinde, insandan başka, sayısız mahlukat tam vazifesini ifa ediyor. İnsan ise mahiyeti noktasından şu kainat gemisinin dümencisi gibidir. Şayet iman ve ibadet vazifesini terk ederse, bütün kainat gemisinin mürettebatını tahkir ve tezyif etmiş olur. O zaman elbette kainat gemisinin sahibi olan ALLAH, hem kendine hem de gemi mürettebatına yapılan bu zulmü cezalandırır.
Özet olarak,
mevcudatın asıl yaratılma gayesi ve varlıklarının devam etme gerekçesi, ALLAH’ın bütün isim ve sıfatları ile insana kendini tanıtmak ve sevdirmek istemesidir. İnsanın en büyük vazifesi de bu tanıtmak ve sevdirmek istemeye mukabil iman ile tanımak, ibadet ile de sevmektir. Koca kainatın çarkları insanın iman ve ibadetine hizmet ederken, insanın küfür ve dalalet ile bu vazifeyi terk etmesi, hem kainatın hukukuna bir tecavüz hem de kainatın arkasında asıl aktör olarak çalışan ALLAH’ın isimlerine bir tahkirdir, bir hakarettir.
önceki emailler bu bloglarda
latahzeninnallahemeana.wordpress.com
lumiere571.blogspot.com