31 Aralık 2012 Pazartesi

hadiii uyumuş ve uyuşmuş duyguları canlandırmaya

İnsan günahlar işlediğinde tövbe etse, acaba latife-i rabbaniyesi eski haline gelirmi ki, yoksa ölür mü?
( latife-i rabbaniye:İnsanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygudur ki, İlâhî hakikatlar onunla hissedilip zevkedilir.)
Hazreti Ömer (r.a)‘in İslam’dan önceki hayatı ile İslam’dan sonraki hayatı meselemize ışık tutar kanaatindeyiz. Zira bir takım latifelerin mutlak anlamda ölmesi söz konusu olsa, geçmiş hayatını şirk ve küfür içinde geçirmiş, hatta kızını diri diri toprağa gömecek kadar duyguları zedelenmiş bir insanın, o yüksek ve parlak makama ulaşması mümkün olmazdı.
O zaman latifelerin ölmesini mutlak ve muvakkat olmak üzere iki kısma ayırmak gerekir. Mutlak manada latifelerin ölmesi, imana kabiliyetin kalmaması anlamındadır. İkinci kısım olan günah ve dalaletten gelen bir perde ile latife ve hissiyatların tesirsiz kalmasına da muvakkat ölmek denir .
Latifelerin muvakkat olarak ölmesinde, kuvvetli ve tesirli bir iman dersi,kur'an okumaları ve dinlemeleri ,risale sohbetleri ve okumaları ile tekrar dirilmesi olabilir.
Bu yüzden sahabelerin uyumuş ve uyuşmuş olan latifeleri,
PEYGAMBERİMİZ (asv)'in kuvvetli sohbetinin bereketi ile tekrar hayat bulmuştur.

tamir edilmezden evvel tamire:)

Dünya ahiretin mezra ve tarlası olduğu için, burada ne ekersek orada onu biçeriz.
Yani uhrevi hayatı inşa etmek de tahrip etmek de bu dünya hayatında oluyor.
Şayet insan dünya hayatını helal ve istikamet dairesinde geçirir, uhrevi hayatı için çabalarsa, öbür dünyasını inşa ve ihya etmiş olur. Yok tersini yapıp haram ve gayrimeşru yollarda bir hayat geçirmiş ve öylece de ölmüş ise, ahiret hayatını tahrip etmiş yani zedelemiş olur. Ahiret hayatını şekillendirmek dünya hayatında ki hayat çizgimiz ile oluyor.
İkinci olarak, dünya hayatında yapılan yanlış ve günahlar, tövbe ve istiğfar ile imha edilip temizlenebilir. Önemli olan insanın son halidir. Yani kişi hayatının belli dönemlerinde yanılıp günahlar ve hatalar işleyebilir, ama bunun farkına varıp tövbe ve istiğfar ile dönüş yaparsa, ALLAH ona yeni bir sayfa açar. Ahiret hayatındaki tahrip ve zedelenmeleri de yeniden tamir ve inşa edebilir; bu son nefesine kadar mümkündür.
Yani, tövbe ve tamir kapısı daima açıktır, ALLAH sonsuz şefkati ile bize bu fırsatı tanımıştır.
Zedelenmenin çok mertebeleri var; bazıları için cehennem, bazıları için kabir azabı, bazıları için ebed yolculuğunun meşakkatli geçmesi, bazıları için cennette makam ve mevki kaybı, bazıları için yüksek ve ulvi makamların kaybı vs...
Her insanın amel ve manevi kapasitesine göre zedelenme değişebilir.
Ama bu zedelenmeleri fırsat elde, can tende iken tamir mümkündür; tamir için geç kalmamak gerekir...
-itinayla günahlar temizlenir muhaahaa muhaaahaaa

30 Aralık 2012 Pazar

araştırıcı gözler

Bak şu kainat kitabının rengarenk sayfasına
Kudretin altın kalemi gör ne resimler çizmiş.
Kalmamış karanlık bir nokta gönül gözü olanlara
Ayetlerini ALLAH sanki nur ile yazmış...

Kulak ver yıldızların şu pek şirin hutbesine
Bak nasıl yazmış hikmet o nurdan mektuplarını
Hep beraber nutka gelmiş gerçeğin diliyle derler:
"Bir Kadiri Zülcelalin muhteşem hakimiyetine
Nur saçan birer deliliz hem yaratanın varlığına
Onun birliğine ve kudretinede şahitleriz biz
Şu zeminin yüzünü süsleyen nazlı mucizeleri
Temaşa eder melekler bizim üstümüzde
Bu semanın yeryüzüne bakan, cennete dikkat kesilen,
binler pek dikkatli araştırıcı gözleriz biz."
ya HAYYUM ya KAYYUM ya HAYYUM ya KAYYUM
birahmetike nestağîsu.

işlenip inkişaf etmek

Meşakkatler ve sıkıntılarla insanın istidatlarının inkişaf ve terakki edeceğinden bahsediliyor.

İnsandaki bazı madenlerin işletilmesi nasıl oluyor?

ALLAH, kainat içinde her şeye bir kemal noktası tayin etmiştir ve her şeyi de o noktaya doğru sevkediyor. Bu yüzden kainatta tekamülü, yani basitten mükemmele doğru gidişi, bir kural ve kanun olarak yerleştirmiştir. Kainatta her şey bu gelişim kanununun içindedir, hiçbir şey bundan azade değildir. Bundan dolayı hiçbir şey sabit ve durağan olarak yerinde saymıyor, sürekli hareket ve imtihan ile halden hale geçip tekemmül ediyor.

Mesela CENAB-I HAKK, dağların altına bir çok maden ve cevherleri ham ve işlenmemiş olarak istif etmiştir. Ta ki insanlar o madenleri önce bulsun, sonra da işleyerek istifade etsin. Bu madenlerin keşif ve işlenmesi ise uzun ve meşakkatli bir süreçtir. Mesela bir elmasın, elmas olma süreci epey bir müddet ve çaba ister, ondan sonra kıymet kazanır. Yoksa bu merhalelerden geçmese ve hep aynı kaba hali ile kalsa hiçbir zaman elmas olup, kıymet kazanamaz. Demir, kaba ve işlenmemiş hali ile insanlara hiçbir fayda veremez, ama işlenip kullanıma sunulursa, medeniyetin bir temel taşı olur ve oluyor.

Yine bir heykel tıraş, kaba saba bir taşı eline alır, onu çekiç ve keskisi ile şekilden şekle sokar. Bazen kırar, bazen döver, bazen ortadan yarar, bazen kaba yerlerini inceltir, bazen çıkıntılarını törpüler ve hakeza. En sonunda ortaya çok kıymetli bir heykel çıkar. Başlangıçta kaba saba bir taş iken, zorlu ve meşakkatli bir süreçten sonra baha biçilmez bir sanat haline gelmiştir.

İşte insan da aynı bu madenler ve taşlar gibi çok geniş ve mükemmel istidatlar ile dünyaya gelir, ama işlenmediği ve inkişaf etmediği için hiçbir değer ve kıymet ifade etmez. Bu yüzden ALLAH, insandaki bu kıymet ve değeri açığa çıkarmak ve inkişaf ettirmek için, heykel tıraşın taşı işlemesi gibi insanı işler ve imtihana tabi tutar. Bu imtihan ve işlemek esnasında, insan bazı sıkıntı ve meşakkatler çeker, ama netice itibari ile insan-ı kamil olup cennete layık bir kıymet kazanır. Tıpkı kaba taşın baha biçilmez bir yapıt olması gibi, insan da kainata bir halife olur.


İnsanın mahiyetindeki madenlerden bazılarına işaret edecek olursak;
mesela insandaki akıl ve kalp, iki kıymetli madendir. ALLAH bu madenleri işletmek için insanı bir takım merhale ve süreçlerden geçirir. İnsanın çocukluk devresinde aklı ve kalbi basit ve ilkeldir, daha sonra hayatın süzgeçlerinden ve imbiklerinden geçtikçe tekemmül eder ve keskinleşir. Hatta her yıl içinde bu gelişimi görmek mümkündür. Bunun en somut örneği ilk okul ile üniversite arasındaki eğitim ve öğretim, sınıf ve derecelerdir. İlk okulda harfleri hecelerken, üniversitede en zor problemleri çözer. Ama bu kemale kavuşmak için eğitim ve öğretim süzgeçlerinden geçilip gelinmiştir. Çocukken kalp basit şeyleri sever, ve onlarla meşgul olur, ama büyüdükçe sevdiği şeyler de değişir ve karmaşıklaşır. Bu da kalbin hareket ile tekemmül ettiğinin bir emaresidir.

Sabır kuvveti
genç ve toy olan insanda az, hayatın süzgeçlerinden geçmiş ihtiyar insanlarda daha fazladır. Bu da insanın fıtratına konulmuş önemli bir madendir. Bu maden olmasa, acılar ve sıkıntılar insanı bitirir. Ama ALLAH bu acı ve sıkıntılara karşı mukavemet olsun diye sabır kuvvetini insana vermiştir. İşte insan bu sabır madenini işlettirip inkişaf ettirirse her alanda başarı sağlar. Zira bütün başarıların temelinde sabır vardır.

Bu bakış açısını ve ölçüsünü diğer duygu ve latifelerimize de tatbik edebiliriz.
lumiere571.blogspot.com
latahzeninnallahemeana.wordpress.com

28 Aralık 2012 Cuma

O'nu tanımak ve O'nu sevmek


Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette MARİFETULLAH ve MUHABBETULLAHtadır.
Onlar, onsuz olamaz... Cümlesini açıklar mısınız?

ALLAH’ı tanımayan ve onu sevmeyen, gerçek saadete, gerçek sevince, gerçek nimete, gerçek ve saf lezzete ulaşamaz, demektir. Demek gerçek saadet, sevinç, nimet ve lezzet, ALLAH’ı tanımak ve O'nu sevmek ile mümkündür.
Mesela; kainatın şefkatli ve hikmetli bir ALLAH tarafından tedbir ve terbiye edildiğini düşünmekte büyük bir lezzet ve saadet vardır. Zira bütün aciz ve zayıf yavruların rızıklarını mükemmel bir şekilde ve vakti vaktine temin edilmesini ve onların güzelce terbiye edildiğini bilmek, elbette tesadüf ve tabiat fikrinden daha hoş, daha mantıklı ve daha güzel bir düşüncedir.
Şayet ALLAH yok deyip, bütün her şeyi tesadüfe ve tabiata havale etsen, kalbin ve ruhun sürekli endişe ve karanlık içinde kalır. Zira milyonlarca yavrunun şefkatli bir şekilde terbiye edilmesini ve hikmetli ve güzel bir şekilde rızıklandırılmasını tesadüfe ve tabiata havale etmek ve bundan emin olup telaşlanmamak mümkün görünmüyor.
Halbuki insan, ancak emin olup telaşlanmadığı zaman mesut ve bahtiyar olur.
Ölümün içyüzü ancak marifet ve muhabbet ile çözülür. Ölüm kafir için ebedi bir yok oluş, sonsuz bir hiçlik iken; ALLAH’ı tanıyan ve ibadet ile onu sevdiğini gösteren bir mümin için, ebedi bir alemin kapısı, sonsuz bir saadetin başlangıcıdır. İşte ölümün hakikati ancak marifet ve muhabbet ile çözümlenebiliyor. Küfür ve inkar ise; bir kördüğüm gibidir, insanı karamsarlığa ve dehşete atıyor

istinat ve istimdat

İnsan kainatta her şeye muhtaç olarak yaratılmıştır.
Güneşten tut ta bal arısına kadar her şeye karşı ihtiyaç içindedir.
Aynı zamanda sınırsız düşmanlar tarafından da çepeçevre kuşatılmıştır.
Bu düşman bazen bir verem mikrobu, bazen bir deprem, bazen bir sel felaketi olabiliyor.
İşte insan bu hadsiz ihtiyaç ve düşmanlarına karşı bir istinat(dayanama) ve istimdat(medet,dilenme) noktası bulması gerekir ki, rahat bir nefes alsın, huzurlu bir hayat yaşasın. Dünyada bu hadsiz ihtiyaçlara yardım edip, hadsiz düşmanlara karşı dayanak olacak tek nokta olabilir ki, o da sonsuz servet ve zenginliği yanında, nihayetsiz kudret sahibi olan ALLAH’tır.
İşte bu yardım ve dayanak noktalarını en güzel ifade eden cümle “kelime-i tevhit"tir.

Aynı zamanda bu ihtiyaç ve düşmana karşı emin olma halinde ALLAH’ın rububiyeti de açık olarak görünüyor.
Zira insanın nihayetsiz ihtiyaçlarına karşılık bütün mahlukatı insana musahhar eden ve onun arzularına boyun eğdiren,
ALLAH’ın rububiyet ve vahdet sıfatıdır.

aciz ve çaresiz bir bebek

Çocuk ağlaması ile nasıl anne ve babasını kendine çekiyor ise,
insan da sonsuz acizlik ve fakirlik damarını ibadet ve kulluk noktasından işletmek ile ALLAH’ın sonsuz merhamet ve şefkatini kendine çekebilir; o halini kendine şefaatçi yapabilir.
ALLAH, insanı fıtrat ve mahiyet olarak sınırsız ihtiyaçlar içinde yaratmıştır. Bu yüzden insan kainatta her şeye muhtaç bir durumdadır. Ama insan bu sayısız ihtiyaçlardan en basitini bile tedarik etmekten acizdir. İnsanın sermaye ve iktidarı en adi bir ihtiyacı bile karşılayamıyor. İnsan bu noktada mutlak bir acizlik ve fakirlik içindedir. İnsanın böyle bir mahiyette yaratılmasının sebebi, bu ihtiyaç hissi ile, muhtaç olmayan sonsuz zenginlik sahibi olan ALLAH’ı tanımak içindir. Yani insan her şeyde acizlik ve fakirlik saiki ile ALLAH’ın sonsuz kudret ve gınasına intikal ediyor. Yani insandaki sonsuz fakirlik, ALLAH’ın sonsuz zenginliğine açılan bir penceredir. İnsan bu pencere ile ALLAH’a bakıyor ve bu pencere sayesinde ona müteveccih oluyor.

İşte insanın bu acizlik ve fakirlik damarı yüzündendir ki bütün kainat insana hizmet ettiriliyor.
Güneş, büyüklüğüne rağmen insana soba ve lamba, ay ise takvimcilik yapıyor. Dağlar denizler ve ovalar hep insan etrafında işliyor ve ona hizmet ediyor. Bütün anne ve babaları yavruların etrafında pervane yapan sır, yine bu acizlik ve zaaftır. Aynı şekilde insan da şu kainatın kucağında aciz ve çaresiz bir bebek gibidir. Bu sebeple ki kainat insan etrafında ALLAH’ın sonsuz şefkati ile pervane gibi döndürülüyor.

ene

Enenin Ayna / Ayine Olması Ne Demektir?

CENAB-I HAKK'ın isim ve sıfatları mutlak ve ezeli olmasından dolayı, tam manası ile idrak ve ihata edilmesi imkansızdır. Bu yüzden ALLAH insana bir takım nisbi ve farazi hisler takmıştır.
Bu hislerin veriliş gayesi ise, ALLAH’ın, mutlak ve mücerred olan isim ve sıfatlarının bir derece anlaşılması ve kıyaslanarak bilinmesi içindir.
Yoksa bu nisbi ve cüz’i olan duygular, sahiplenilip, Yaratıcıya karşı meydan okuma aracı haline getirmek için verilmemiştir.
İnsana verilen bu nispi ve farazi hislere "ene" denir.
İnsana verilen cüzi ilim, irade, kudret, mülk gibi şeyleri ene duygusu farazi olarak sahiplenir. Bu sahiplenme sayesinde ilim, irade, kudret, mülk gibi şeylerin farkına varır ve mahiyetini hisseder.
Hiç ilmi ve mülkü olmayan birisi, ilim ve mülk sahibi olmanın ne demek olduğunu idrak edemez. Bu yüzden ALLAH insana "ene" denilen bir sahiplenme duygusu vererek ilim, irade , kudret, mülk gibi şeylerin mahiyetini kavrattırıyor, onların bir pırıltısını farazi olarak insanın uhdesine koyarak, insanın alemine bir pencere açıyor.
Mesela, insan sahip olduğu cüzi ilim ile der; ben şu kadar ilmim ile, şu kadar şeyi bilebiliyorum.
ALLAH ise külli ilmi ile her şeyi bilir. Ben cüzi kudretim ile şu evi yaptım, ALLAH sonsuz kudreti ile kainatı inşa ediyor.
Ben şu kadar mülkün sahibiyim, ALLAH ise her şeyin ve her mülkün sahibidir. Ben ailemin ve hanemin müdebbiriyim,
ALLAH ise bütün mahlukatın müdebbiridir, vs...
Daha buna benzer çok eneye ait hissiyat ile insan, ALLAH’ın sonsuz isim ve sıfatlarını rasat eder.
İşte enenin ALLAH’ın isimlerine ayna olması bu manayadır.

27 Aralık 2012 Perşembe

sahiplenmek duygusu

Ene mahluk mudur?

Ene, izafi ve itibari bir şey olduğu için, mahlukat cinsinden denilemez.
İnsanın varsayımı ya da kendininmiş gibi sahiplenmek duygusudur.
Mevhum; aslı olmadığı halde, zihinde var gibi kabul edilen şeyler demektir.
Demek ene denilen şey, aslı olmadığı halde, var kabul edilen bir zihni olgudur.

Mesela; göz, kulak, burun için, benim gözüm, benim kulağım, benim burnum diyoruz; halbuki göz, kulak ve burun hakikatte insana ait değil, ALLAH’a aittir. Ama sahiplenme duygusu sayesinde benim diyoruz.
Bu sahiplenme duygusu, ALLAH’ın mutlak sıfatlarını idrak etmek için mevhum bir şekilde insana veriliyor. Yani insan bu varsayım ve itibari sahiplenmek duygusu ile, ALLAH’ın sıfatlarını hissedip idrak edebiliyor. Bu noktadan bakacak olursak, ene denilen mevhum sahiplenme halleri, hakikatte bir ağaç, bir yıldız gibi mahluk sayılmazlar.
Mahluk daha çok harici bir vücut ve maddi bir varlık anlamında kullanıldığı için, eneye bu noktadan mahluk diyemeyiz.
Zira ene denilen şeyin harici ve maddi bir vücudu yoktur.

küçük daire

 
Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur.
Birbiri içinde, iç içe dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve dünya ve insanlar dairesinden tut, tâ hayat sahibi ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve geçici arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük ters orantılı vazifeler bulunabilir.
 Şu nefis dediğimiz ENE / Ben
Fakat büyük dairenin câzibedarlığı(çekicilik) cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, anlamsız, kişinin kendisine yararı olmayan ve dış dünyaya ait işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını(hayat sermayesi) boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.
Mesela mide doyurulmazsa ceset ölür. Mide günde üç defa yemek ister. Bu isteğe muntazaman bakmak zorundayız. İnsan, sadece mide ve cesetten ibaret değildir. İnsanın bir de manevi bir mide ve cesedi vardır ki, bu kalp, akıl, vicdan gibi nurani ve latif şeylerden müteşekkildir. Nasıl maddi mide doyurulmak isteniyorsa, bu manevi cihaz ve duygular da doyurulmak ister. Maddi mide günde üç öğün yemek ile doyar, kalp ve ruh ise günde beş vakit namaz ile doyar.
İşte bu vazifeleri terk etsek, hem maddi hem de manevi cesedimiz ölür.
Bu yüzden bu küçük daire diğer büyük dairelerden daha büyük ve önemlidir.

26 Aralık 2012 Çarşamba

Acaba bu musibet bana dokunur mu

"Başka şeylerden korkup titreme." ifadesini, insanlar için nasıl anlamalıyız? Sonuçta insanın cüzi iradesi var ve insana gelen sıkıntı, diğer insanlardan geliyor genelde?

Mümin, her şeyin tedbir ve dizgininin ALLAH’ın kudret elinde bildiği için, hiçbir şeyden endişe ve telaş etmez.
Mümin bilir ki; ALLAH bir musibeti alnına yazmış ise bundan kurtuluş yok der teslim olur, aynı şekilde musibeti alnına yazmamış ise hiçbir güç o musibeti başına bela edemez, bu tevekkül ve düşüncesi mümini rahatlatır ve cesur kılar. İşte bu düşünce bir nevi psikolojik yükün, yani hadiseler karşısında endişe ve telaş etmenin tevekkül vasıtası ile kadere atılması demektir.

Ama kafir, ALLAH’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için, her şeyi tesadüfe veriyor.
O zaman başına her an bir iş, bir musibet gelmesi muhtemeldir. Bu yüzden her şeyde bir endişe, bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. "Acaba bu musibet bana dokunur mu" der, hayatı zehir olur.

Nasıl kainatta her şey bir plan ve program dahilinde hareket ediyor ise, insanların hayatında ve toplumsal yaşantısında da aynı mana hükmediyor. İnsanların cüzi iradeleri sadece mesuliyet noktasında vardır. Yoksa içtimai hayatın tanzim ve tertibi insanın elinde değildir. Yani ALLAH bir kulunu muhafaza etmek istedi mi, kafirin zulmü ve baskısı beş para etmez. Ama ADETULLAH gereği harika bir şekilde değil de, sebepler tahtında bu cereyan ediyor. Bu muhafaza ya da cezanın sebepler tahtında olması insanları yanıltıyor sanki, zarar ve menfaat insanların elinde ve tasarrufunda imiş gibi algılanıyor.

Çok sıkıntı ve musibetlere girmemizin sebebi; ADETULLAH’ın bir gereğidir. Zira ALLAH, kainatta birtakım kurallar ve kaideler oluşturmuş, biz bunlara dikkat edip uymazsak, cezasını peşinen görürüz. Sonuçta bizi zalim ile cezalandıran yine ALLAH’tır.
Öyle ise tevekkülün insana katkısını iyi anlamak gerekir. Tabi tevekkül ile tembellik karıştırılmamalıdır.

Özet olarak;
ALLAH’a iman ve tevekkül etmek, bir insanda ne kadar inkişaf ederse;
dünyanın sıkıntı ve elemlerinden de o kadar emin ve selametli olur.
Zira imanda tevekkül manası hükmediyor. Yani her şeyin tedbir ve dizgini ALLAH’ın elinde olduğuna göre, zarar ve menfaat de onun elindedir. ALLAH bir insana zararı takdir etti ise, buna kimse engel olamaz, yok menfaati takdir etti ise; buna da kimse mani olamaz. İşte bu inanç ve teslimiyet, insanı kainat ve içindekilerin karambolundan ve zararlı evhamından emin kılıyor.

Cemal, Kemal ve İhsanı

Kemal, kelime olarak mükemmellik ve bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak anlamındadır.
Mükemmel ve kusursuz olan bir şey ise sevilmeye layıktır. Öyle ise kemal, sevmek için önemli bir vesile ve sebeptir. Kemalin sevgiye vesile olması menfaat demek değildir.

Hüsün, kelime olarak güzel ve cemal anlamındadır. Güzellik ve cemal, muhabbetin en önemli vesilesidir.
İnsan fıtratında güzele karşı şiddetli bir meyil ve alaka vardır. Sevginin en önemli ve güçlü sebebi güzelliktir ki, güzelliğin gerçek memba ve kaynağı ise ALLAH’tır.
İhsan,
kelime olarak ikram ve iyilikte bulunmak demektir.
İnsanlar, iyilikte ve ikramda bulunanlara karşı, fıtri olarak muhabbet ve sevgi beslerler. Bu yüzden insanlar içinde cömert ve iyilik severler, ciddi anlamda sevilir ve sayılırlar. Yani iyilik ve ikramda bulunmak muhabbete vesiledir.

Özetle; mükemmel, güzel ve iyilik sever olmak, muhabbet sebepleri içinde en kuvvetli olanlarıdır. Bunun zıddı olan kusurlu, çirkin ve cimri olmak da nefretin sebebidir.

ALLAH, mutlak olarak kemal, cemal ve muhsin olmasından, sevilmeye ve muhabbet edilmeye en layık olanıdır.
Zira kainattaki bütün ikram, kemal, ve güzellikler, ALLAH’ın cemal, kemal ve ihsanı yanında bir pırıltı bile değildir. Kainattaki bütün güzellikler, kemaller ve iyilikler ALLAH’ın sonsuz Cemal, Kemal ve Muhsin isimlerinin çok perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridirler. Öyle ise ALLAH hadsiz bir muhabbete layıktır. Üstelik onun Cemal, Kemal ve İhsanı bitmez ve tükenmez. Ona mazhar olup, onu yansıtan aynalar kırılsa da onlar daimi ve bakidir. Bu yüzden ALLAH’ın sonsuz cemal, kemal ve ihsanına işaret eden levhalar kırılıp fena bulsalar da bizi incitmemesi gerekir. Zira onların memba ve kaynağı ebedi ve baki olan ALLAH’tır.
Menfaat ilişkisinden hasıl olan muhabbet, aslında muhabbet değil, heva ve nefsani bir arzudur.
Menfaat gitti mi, o muhabbet zannedilen arzu da kaybolur.
Ama hakiki muhabbette bu menfaat ve arzu ilişkisi yoktur. Zira gerçek aşık, maşuku için değil menfaatini, gerekirse hayatını bile feda edebilir. Şayet basit bir menfaat yüzünden sevdiğimizi iddia ettiğimiz şahsa kırılıp küsüyor isek, ya da nefret ediyorsak, o sevgi değil, heva ve nefsani bir arzu imiş demektir.
ALLAH bazen bu aşkı test etmek için musibetleri verir. En büyük musibetlerin nebilere ve evliyalara verilmesinde bu ince sır da vardır. Lakin o nebi ve evliyalar maşukları olan ALLAH’tan hiç soğumamışlar. Tam aksine aşklarını perçinleştirmişlerdir. Hazreti Eyüb (as)’ın en sevgili makamı en hasta olduğu makamıdır. Zira ALLAH o makamı övüyor.
Bu asrın sönük fikri, katı kalbi, aşkın müteal(Âlî, büyük) boyutlarını anlamaktan çok uzaktır maalesef.
Aşkın derinliği gitmiş, sathi bir alış verişe dönüşmüş.
Bu aşk değil, menfaatir, heves ve hevadır.

25 Aralık 2012 Salı

zamanlama ferit...senin hayattaki tek hatan:)zamanlama...

Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu demek doğru değildir. Bu ifadelerini izah eder misiniz?
İnsanın her söylediği hak ve doğru olmalıdır. Ama her hak ve doğruyu her yerde ve herkese söylemek makamın ve zamanın müsaitsizliği yüzünden doğru olmayabilir. Hak ve doğru, zatı itibari ile her zaman hak ve doğrudur. Ama hak ve doğruların vasıtaları bazen batıl ya da mutedil olmayabilir.
Üstat bu ibarelerde vasıtalara işaret ediyor. Yani hak ve doğrunun söylenme zamanı ve mekanı da hak ve mutedil olması gerekir. Yoksa, Üstat hak ve doğruyu söylemenin kendisini kast etmiyor, sadece doğru an ve mekanı kast ediyor.

Mesela, bir evladın babasına evlatlık konumunu unutarak bazı hak ve doğruları yüzüne sert ve üslupsuz bir şekilde söylemesi doğru ve hak bir tavır değildir. Söyledikleri hak ve doğru olabilir, ama konumsuz ve usulsüz bir tarz ile söylemesi
doğru ve hak değildir.
Bazı doğrular vardır, bu doğrular yerli yerinde denmediği zaman, faydadan çok zarar verir.
Bu doğruları söylemek için uygun makam ve uygun mekan lazımdır. Kör olan bir adama kör diye hitap etmek belki doğrudur, ama üslup doğru olmadığı için, bu doğru karşıdaki insanı rencide eder. .

24 Aralık 2012 Pazartesi

bakış açısı

İman, hakikatleri insana gösteren bir nur ve bir ışıktır.
Şayet iman nuru ve ışığı, insanın olaylara bakışında rehber olmaz ise, olayların manasını ve hakikatini kavrayamaz.

Mesela; inkar ve küfür nazarında ölüm bir hiç ve bir yokluktur. Zamanın akıp gitmesi, varlıkları yokluk derelerine yuvarlayan dehşetli bir sel gibidir. Geçmiş, varlıkların yokluk mezarlığı hükmündedir. Gelecek ise, karanlık ve insanın başına hangi musibetleri getireceği bilinmeyen bir endişe noktasıdır.

İman nazarında ölüm ise; saadeti ebediyenin başlangıcı, daimi bir memlekete açılan bir kapı hükmündedir. Zamanın akıp gitmesi ise; askerlikteki terhis gibi, vazifesini bitiren manasını gösteren, varlık aleminin kararlı ve daimi bir memlekete; yani vatanı aslileri olan cennete gitmek için bir vasıta ve araçtır. Aynı şekilde imanının nazarında geçmiş yokluk kuyusu değildir, hiçbir mahluk varlıktan sonra ebedi hiçliğe gitmiyor.

Gelecek ise; karanlık ve insana endişe üreten bir nokta değil, bilakis vazifesini bekleyen ve varlık alemine çıkmayı bekleyen plan ve programlarla doludur. İşte imanın nuru ve bakış açısı, olayların ve nesnelerin hakikat-i halini ve gerçekliğini, insanın nazarına takdim ediyor. İman hayata ve nazara, nur ve ışık oluyor.

Küfrün nazarında insan sahipsiz, amaçsız, başıbozuk, avare dolaşan bir canavar iken, imanın nazarında sahipli, amaçlı ve bir gaye etrafında hareket eden aziz bir misafir, ulvi bir halife-yi zemindir. İnsanın kalp ve kafasında iman yoksa, dünyanın bütün saltanatı onun olsa bir işe yaramaz, manevi cihazlarının boşluğunu dolduramaz.
Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, meyvesiz, sonuçsuz bir hayatta, sahipsiz, koruyucusuz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?

herkes beni terk ettiğinde ben bile beni terk ettiğimde sen beni terk etme

İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer
Nasılki küçük bir çocuğu sokakta tek bırakılırsa
bu cocuk mânen ve maddeten mutsuzluk ,keder, acı ,tehlike içindedir.
hem de çoook korkar
Ailesi yanında değil ,istekleri,ihtiyaçları çok yapamaz.Düşmanı çok , her an heryerden tehlike gelebilir.
Kendini koruyamaz.Ailesini özler ,içi sıkılır, sürekli acaba kim bana zarar verecek diye evhamlı olur
Bu çocuğu ailesinin yanına gitse nekadar huzurlu rahat emniyette hisseder
işte
CENABI-ı HAKKı hakikî tanımayan, sevmeyen,
nihayetsiz mutsuzluğa, âlâma(elemler, acılar, sıkıntılar) ve evhama(elemler, acılar,sıkıntılar) mânen ve maddeten müptelâ olur.
CENABI-ı HAKKı tanıyan ve seven,
nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve(potansiyel olarak)veya bilfiil(fiilen) mazhardır.

21 Aralık 2012 Cuma

"Kalbin gözbebeğinde aks-i nurunu yerleştirmek..."

Nasıl görme olayı,
gözün merkezi olan gözbebeğinde gerçekleşiyor ise, marifet ve muhabbetin de gerçekleştiği yer ve mahal; kalbin içi ve merkezidir. Yalnız görme işi iradesiz bir şekilde gerçekleşirken, kalbin merkezine ve içine marifet ve muhabbetin yerleşmesi; insanın irade ve kabulüne bırakılmıştır.
Yani insan iman ve taat ile ALLAH'a kul olmadan, kalbin gözbebeğine marifet ve muhabbet yerleşemiyor.

Kainat,
ALLAH’ın isim ve sıfatlarına dev bir aynadır, bu aynada ALLAH’ın isim ve sıfatları azamet ve haşmet ile tecelli eder.

İnsan ise dev ayna olan kainatın küçültülmüş bir modeli, bir özeti gibidir. ALLAH’ın bütün isim ve sıfatları, bu küçültülmüş model ve aynada daha okunaklı ve daha kuşatılabilir bir mahiyettedir.

Kalp ise; insanın kainata nispeti gibi, insan mahiyetinin küçültülmüş bir misali ve modeli hükmündedir. Yani kalp öyle acaip küçültülmüş bir genişlik ki; kainat ve insanda tecelli eden bütün isim ve sıfatlar, kalpte de tecelli ediyor. İşte bu tecellinin kalpte faal ve parlak olabilmesi iman ve ibadete bakıyor. Kalbin gözbebeğinde ALLAH’ın nurunun aksetmesi bu şekilde oluyor.
"Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü'min kulumun kalbine sığarım."
hadis-i kudsisi, bu manaya işaret eden veciz bir ifadedir.

haddini bil

ALLAH, insanı nihayetsiz bir acizlik ve fakirlik ile donatmıştır.
Ta ki, bu acizlik ve fakirlik cephesi ile aciz ve fakir olmayan Zatı bulsun ve Onu, o hislerle tanısın.
Ama bunun yanında ALLAH, insana cüzi ve farazi bazı mizan ve duyguları da vermiştir. Ta ki, kıyas ile kendi mutlak ve nihayetsiz sıfatlarını idrak etsin. İnsana cüzi ve farazi olarak irade, ilim, kudret gibi şeyleri vermiş. İnsan bu farazi hatlarla kıyas yapıyor.
Mesela der; ben cüzi kudretimle şu küçük hanemi inşa ettim, ALLAH ise sonsuz kudreti ile şu kainatı inşa ediyor. Yine, ben cüzi ilmim ile şu müspet ilimleri keşif ettim, O ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir, ve hakeza. Aslında o cüzi ilim, irade ve kudretin hepsi, vehmi ve farazi şeylerdir. Hakikatte insanın elinden hiçbir iş gelmez, hiçbir şeyi yapamaz.
Ama dalalet ve küfürden gelen bir fikir ile o farazi ve cüzi olan benlik duygusu, hakiki ve külli şekline dönüşüp, insanı ALLAH’ın karşısına dikmiştir. Halbuki insanın sermeyesi hiç hükmündedir, en küçük ihtiyacını temin etmekten aciz, en basit şeyi yaratmaktan yoksun bir mahiyettedir. Yani vücut bakımından insan gayet zayıf ve incedir, hiçbir şeyi yapacak ve yaratacak güce sahip değildir, aynı zaman da her şeye de muhtaç bir mahiyettedir.
Vücut bakımından ince ve zayıf olması ve hiçbir şeye tahammül edememesi, insanın sermaye ve iktidar bakımından bir hiç olduğuna işarettir. Sahip olduğu tek şey, tartışmadan kurtulamamış basit ve zayıf bir iradeden ibarettir. İnsanın hakiki mahiyeti bu iken, felsefe ve küfürden gelen fikir ile insan, adeta ALLAH’a karşı meydan okuyan bir tavra giriyor, tıpkı ateş böceğinin ışıkçığı ile güneşe meydan okuması gibi...

Adama sorarlar eeehani!...

Güneşin doğması ve batması nasıl belli bir kanun ve adet üzere sabit ise, aynı şekilde insanın doğması ve ölmesi de kaderin takdiri ile sabittir, değişmesi mümkün değildir. İnsan ne yaparsa yapsın kaderinde takdir edilmiş olan şeyleri bozup değiştiremez.
Kaderde ne takdir edilmişse insan onu yaşar.
Üstad Hazretleri bu hakikati
İsterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin-fakat başı kırılır, yazılara birşey olmaz ha!”
şeklinde tasvir ediyor.
Hal böyle iken, insan kaderin bu kati takdirine teslim ve tevekkül edip dünyanın yükünden ve endişelerinden sıyrılması ve tam bir huzur içinde mutlu bir yaşam sürmesi icap eder. Yok aksini yaparsa, her hadise karşısında titrer ve korkar, hayat ona büyük bir yük ve sıkıntı olur. "Kadere iman eden kederden emin olur" kaidesi bu manaya güzel bir levhadır.
Zamanı ve vakti tayin edilmiş ölümden, ancak imansızlar ve gafiller korkar.
“Ey RABBimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalblerimizi sapıklığa meylettirme. Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki veren Sensin, dua edip istediklerimizi bize bağışlayan Sensin.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:8.
ALLAH dinimizi imanımızı koru
Ey RABBimiz! Bizi dini ve dünyevi fitnelerden ve ahir zaman fitnesinden Mesih-i Deccal’ın ve Süfyan’ın fitnesinin şerrinden, dinsizlerin tecavüzünden, münafıkların şerrinden, fasıkların fitnesinden koru.

Ey RABBimiz! Bizi dalaletten, bid’atlardan, belalardan, falcılıkdan,sapıklıktan
ve kötülüğe sevk eden nefsin şerrinden koru ve muhafaza et
amin

20 Aralık 2012 Perşembe

kainat ve zaman bir film şeridi, mevcudat ise birer sahne ve görüntü

Kainattaki hareket; zaman, değişim ve halden hale geçiş, ALLAH’ın sanat ve eserlerini tazelendirmek ve sıradaki başka eserlere yer açmak içindir. Bir eser kendini ifade ettikten sonra zeval buluyor ki, arkadakine sıra gelsin.
ALLAH’ın ilminde sayısız ve sonsuz tasarımlar ve mümkün mevcutlar vardır. ALLAH, ilmindeki bu tasarımları ve mevcutları kainat levhasında zaman ipine asıyor, sonra onları indiriyor başka tasarımları asıyor. Bunun olması için de hareket ve değişim kanunu gereklidir. Bu yüzden varlık alemi akışkan ve halden hale değişkendir.
Mesela, bir sinema şeridinde binlerce görüntü art arda sıralıdır.
Bu görüntülerin hepsi birbirinden farklı sahneler içeriyorlar ve her sahnede ayrı bir konu ve manzara işleniyor. Bu şerit üzerindeki farklı görüntülerin sahnelenebilmesi için, şeridin ileri doğru akıp gitmesi gerekir. Yoksa şeride hareket verilmez ise, bir görüntü sahnede durağan olarak kalır, arkasında hazır bekleyen görüntülere yer açmaz ve o görüntüler hebaen mahv olup giderler. İşte bu yüzden film şeridine sürekli hareket verilerek, arkada bekleyen görüntüler sahneliyor. Bir durağan ve sabit sahne yerine, binlerce sahneleri sanat alemine hediye ediyor.
İşte bu misaldeki gibi kainat ve zaman bir film şeridi, mevcudat ise birer sahne ve görüntüdür.
Hareket ve değişim ise görüntü ve sahneleri perdeye çıkaran bir müteharriktir.
Bu mevcudatın, sahnelendikten sonra gitmesi ve yerine yenilerinin gelmesi, ALLAH’ın icat ve yaratmasını nurlandırıp tazelendiriyor. Nurlandırmakta şöyle bir ince nükte vardır; insan durağan bir sahnede ülfet ve ünsiyet hastalığına düşer ve zamanla o sahnedeki harika unsurlar nazarında adileşir ve o harika sahne dikkatten düşüp basitleşir.
ALLAH bu ülfet ve ünsiyeti yırtmak için, insanda durağanlık hastalığının i’tiyad halini almaması için, mevcudatı sürekli hareket ve tazelemek ile cilalıyor. “Lezzet verici bir teceddüd-ü emsaldir.” sözü kainattaki bu büyük kanuna işaret ediyor ve değişimin lezzetin kaynağı olduğuna imada bulunuyor.
Zaman şeridinden akan her bir sahne ve manzara ALLAH’ın isimlerini gösterip ilan ediyor.
Onu bize isim ve sıfatları ile tanıttırıp sevdiriyor.
her cuma gecesi bu salavat çekilecek inşALLAH
(perşembe akşam namazından sonra)
en az 100 tane
Cezallahu anna seyyidena Muhammeden ma Huve ehlühü
“ALLAHım O’nu layık olduğu şekilde mükafatlandır.”