"Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalb ve ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?" sorusunun cevabını izah eder misiniz?
İnsanın ihtiyaçları ve talepleri bütün kainatı sarmalamışken, bunların tamamının tedarikini sağlamak ve temin etmek insanın elinden gelmiyor. Yani insan şu kainat içinde nihayetsiz bir acizlik ve fakirlik içindedir. Arzu ve ihtiyaçları sınırsız ama bunları temin edecek gücü ve kudreti hiç derecesinde.
Bu da insana manevi bir sıkıntı ve kainata karşı bir dilencilik vaziyetini veriyor. İnsan bu sıkıntı ve dilencilikten kurtulmak için ya sonsuz bir kudrete ve zenginliğe sahip olacak, ta ki sonsuz arzu ve ihtiyaçlarını karşılasın ya da sonsuz kudret ve zenginlik sahibi olan ALLAH’a teslim ve tevekkül edecek. İşte teslim ve tevekkü, insanın bu ağır yükünü kaderin üstüne atması ve rahatlamasıdır.
Şayet insan iman ile yükünü kader gemisinin üstüne atmaz ise, belki nefis haramları serbest işlemek noktasında cüzi bir özgürlük kazanır, lakin kalp ve ruh gibi cevherler müthiş bir meşakkat ve sıkıntıya maruz kalır. Her şey karşısında ve her hadisede insan titrer ve dehşetli sıkıntılar çeker. Bir yıldızı görse "acaba dünyamıza çarpar mı" diye endişeye düşer; halbuki o yıldız kaderin plan ve programı dışına çıkamaz.
Mümin her şeyin tedbir ve dizgininin ALLAH’ın kudret elinde bildiği için hiçbir şeyden endişe ve telaş etmez. Mümin bilir ki ALLAH bir musibeti alnına yazmış ise bundan kurtuluş yok der teslim olur. Aynı şekilde musibeti alnına yazmamış ise hiçbir güç o musibeti başına bela edemez, bu tevekkül ve düşüncesi mümini rahatlatır ve cesur kılar. İşte bu düşünce bir nevi psikolojik yükün yani hadiseler karşısında endişe ve telaş etmenin tevekkül vasıtası ile kadere atılması demektir.
Ama kafir ALLAH’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için her şeyi tesadüfe veriyor. O zaman başına her an bir iş, bir musibet gelmesi muhtemeldir. Bu yüzden her şeyde bir endişe bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. "Acaba bu musibet bana dokunur mu" der, hayatı zehir olur. İnkardan gelen cüzi özgürlüğe bedel, hadsiz bela ve sıkıntıları çekmeye mahkum olur. Kalp ve vicdan sürekli inler ve bağırır.
Özet olarak ALLAH’a iman ve tevekkül etmek bir insanda ne kadar inkişaf ederse dünyanın sıkıntı ve elemlerinden de o kadar emin ve selametli olur. Zira imanda tevekkül manası hükmediyor. Yani her şeyin tedbir ve dizgini ALLAH’ın elinde olduğuna, göre zarar ve menfaat de onun elindedir. ALLAH bir insana zararı takdir etti ise buna kimse engel olamaz; yok menfaati takdir etti ise buna da kimse mani olamaz.
İşte bu inanç ve teslimiyet insanı kainat ve içindekilerin karambolundan ve zararlı evhamından emin kılıyor ve kalp ve ruha geniş ve ferahlı bir hürriyet bahşediyor. Nefse hürriyet verirken, kalp ve ruhu pranga vurmak akıl karı değildir.
"Eğer desen: Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalb ve ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?"
"Elcevap: Kat'a ve asla! Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve ravh ve reyhânı veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünkü, insan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz'î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde dünya kadar ağır bir yükü, biçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünkü insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı ne kadar müthiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte, kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemâl-i rahatla, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında serbest cevelânına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüz'î hürriyetini selb eder ve firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder