Bu âlem en mükemmel bir şekilde terbiye edildikten sonra, kendi haline bırakılmış değil.
Onda sürekli faaliyetler, değişmeler, kemale erme ve zevale meyletmeler, hayata kavuşma, rızıklanma, hastalanma ve şifa bulmalar, izzete kavuşma ve zillete düşmeler, gülmeler ve ağlamalar, açmalar ve solmalar, ışıklanma ve karanlığa gömülmeler ve böyle daha nice işler ve haller sürekli olarak icra ediliyor ve sergileniyorlar.
Fiil failsiz olmayacağından, bütün bu birbirinden farklı ve sürekli işler, perde-i gayb arkasında her şeyin her işini gören, bütün sesleri birden işiten, bütün ihtiyaçlara birlikte cevap veren, her şeyde bizzat tasarrufta bulunan CENAB-I HAKK'ın fiillerine ve muamelelerine sürekli olarak dikkat çekerler.
İşte, bu tabloyu iyi değerlendiren bir mümin, her neye ve hangi hadiseye baksa, onun arkasında bir İlahi muameleyi ve fiili görür.
Bu hal insana bir nevi huzur verir. Çünkü İlahi fiillerin icraatları süreklidir ve bunların hiçbiri şuursuz sebeplerin, kör tesadüfün, sağır tabiatın işleri değillerdir. İşte RABBini bu şuur ile daima hatırlayan insan, bütün ihtiyaçlarını ancak O’nun gördüğünü, bütün hayırların ancak onun elinde olduğunu, kendisini bütün düşmanlarının şerrinden ancak O’nun emin edebileceğini düşünerek
“İyya ke na’büdü ve iyya ke nestain” (Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.) der.
Böyle söylemek, hazırane bir muameledir. Yani, ALLAH’tan gıyaben bahsetmek yerine, doğrudan O’na hitap etmektedir. Meselâ, “ALLAH ne kadar RAHİM ve KERİMdir.” deme noktasını aşıp, doğrudan O’na hitap ederek “Sen ne kadar RAHİM ve KERİMsin.” deme makamına ermektir.
Bu hal namaza mahsus değildir. Bir mümin, namazda Fatiha sûresini okurken “iyya ke na’büdü...”ye kadar gaibane, ondan itibaren hazırına muameleye geçtiği gibi, günlük işlerinde ve tefekkürlerinde de hadiseleri önce gaibane düşünüp, değerlendirir, sonra doğrudan ALLAH’ın hikmetine ve kudretine iltica ederek her şeyi O’ndan bilir, O’ndan bekler ve yine yalnız O’ndan korkar. Meselâ, hayırlı bir işe başlarken "BİSMİLLAH” (ALLAH’ın ismiyle) der, bu gaibanedir. Hemen akabinde “Ya RABBi sen mahcup etme, lütfunla muvaffak et!” diyerek ALLAH’a sığınmakla hazırane bir muameleye girer.
Üstat Hazretleri bu tarz konuşma hakkında şunları kaydeder:
“İnsan, bir adamın fenalığından, ayıblarından bahsederken hiddeti, gazabı o kadar galebe eder ki; hayalen, hayalî bir ihzar ile hitab suretiyle kendisine tevcih-i kelâm etmeye başlar veya iyiliklerinden bahsederken şevki ve aşkı galeyana gelir, hemen hayalinin karşısına getirir, kendisine hitab ile konuşmaya başlar. Bu iltifat ile tesmiye edilen bir kaidedir. Bu kaidenin lisan-ı Arab'da büyük bir mevkii vardır.”
Meselâ, birisinin zalimliğini anlatan kimse heyecanından ve nefretinden öyle bir noktaya gelir ki, sonunda
“Ey zalim! Bu canlara nasıl kıydın!?..”
diyerek, doğrudan ona hitap etmeye başlar.
Veya, bir kimse Sinan’ın şaheserlerini hayranlıkla seyrederken, sonunda öyle bir noktaya gelir ki
“Koca Sinan! Bir ömre bu kadar eseri nasıl sığdırdın!?..”
diyerek, ona olan hayranlığını hazırane olarak dile getirir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder