29 Eylül 2012 Cumartesi

maşuk naapsın

Samed
Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan;
ALLAH demektir. ALLAH ’ın güzel isimlerindendir.

İnsan kalbinin bu isme nispet edilip ayna olmasında iki ince nükte vardır.

Birinci Nükte
Samed isminin durumudur.
Hiçbir şeye muhtaç olmamak manasında, kusursuzluk ve mutlak kemal manası vardır.
Yani hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmayan, ancak mükemmel ve kusursuz bir Zat olabilir.
Elbette bu ismin tecelli edeceği ve kendisini göstereceği aynanın mahiyeti de bundan nasibini alacaktır.
Yani Samed isminin aynası, ancak kusursuz ve mükemmel bir Zatı kabul edip, onunla itminan bulacak bir mahiyete sahip olacaktır.

Nasıl mide, bünyesine uygun olmayan maddeleri istifra suretinde dışarı atıyor ise; insanın kalbi de ALLAH ’tan başka hiçbir mahlukun muhabbetini kabul etmiyor,
istiskal suretinde dairesinin dışına atmak istiyor.

İkinci Nükte
Kalbin durumudur. Kalbin program ve planı; ALLAH ’ın kusursuz sıfat ve Zatına göre çizilip tasarlanmıştır. Yani onu sevmek ve onu kabul etmek üzerine programlanmıştır.
ALLAH ’ın dışında hiçbir şey ve hiçbir mahluk, kalbi doldurup tatmin edemez.
Kalp ile SAMED arasında vacip derece bir gereklilik vardır.
Bu gerekliliği bozmaya çalışmak, acının ve azabın içine düşmektir.
Ekser insanların mecazi aşklardan şikayetleri buna şahittir.
Kalbin programı içinde nihayetsiz acizlik ve fakirlik yazılımı da vardır.
İnsan bu nihayetsiz acizlik ve fakirlik damarı ile
ALLAH ’a muhtaç ve müştak olduğunu hissediyor.
Kalbin şiddetle ALLAH ’a yönelmesinin sebeplerinden birisi de;
kalbin içindeki acizlik ve fakirlik damarlarıdır.

28 Eylül 2012 Cuma

büyük daire yüzde doksan dokuz küçük daire bir

İnsanın hayatı iradi(İrade ile alâkalı)
ve irade dışı olmak üzere iki daireden oluşuyor.
İnsanın gayr-ı iradi dairede söz hakkı yoktur.
Bu dairede hüküm sadece ALLAH’a aittir ki, bu daire büyük daire olup, takriben yüzde doksan dokuza tekabül ediyor.
Dolayısı ile insan amel ve fazileti ile gururlanmamalıdır.
Ama kusur ve günahlarından dolayı tövbe ve istiğfar etmelidir.
Zira amel ve fazilet vücudi olduğu için,
çok şartların ve sebeplerin bir araya gelmesi ile oluşur.
Bunları bir araya getirip inşa etmek ancak ALLAH’ın kudreti ile mümkündür.
İnsanın iradesi bu çok şartlardan sadece birisidir, geri kalan doksan dokuzu ALLAH’a aittir.
Ama günah ve şerler ademi olduğu için, bir şartın terk edilmesi yeterlidir.
İnsanın iradesi ademi şeyleri tetiklemede önemli bir unsur ve faktördür.
Yani günah ve şerlerin yapılmasında insan fail gibi etkili ve kusurludur.
Bu yüzden çok tövbe ve istiğfarla mükelleftir.
ALLAH adaleti ve adeti gereği yüzde bire tekabül eden insanın iradi dairesine müdahale etmiyor. Bu dairenin sadece yaratma kısmı ALLAH’a aittir.
Tercih ve seçme kısmı kula aittir. Kul seçer, ALLAH’da bu seçim doğrultusunda yaratır.
Öyle ise insanın seçimine taalluk eden noktada
ALLAH’ın bir müdahale ve baskısı söz konusu değildir.
Kalbin içini dizayn eden ALLAH,
dizaynın rengini belirleyen ise insanın iradesidir.
Renkten maksat iman, küfür, günah sevap, hayır ve şer gibi ikili seçeneklerdir.
Bu yüzden insanın kalbinde dizayn noktasında ALLAH’ın kudreti işlerken,
bu dizaynın niteliği konusunda da insanın iradesi etkendir.
latahzeninnallahemeana.wordpress.com
latahzeninnallahemeana.blogspot.com
welovemuhammadsav.blogcu.com

27 Eylül 2012 Perşembe

harama yaklaşma kii..

Her insanda kıskançlık damarı vardır.
Keza, sevdiklerinden ayrılma söz konusu olduğunda bundan elem duymayan insan yoktur.
Ve keza, sevgisine karşılık görmeyen insan da bundan ıztırap duyar.
Bu hisler ve duygular fıtrîdir ve her insanın fıtratında ortak olarak yerleştirilmişlerdir.

Haram seven insan, bu ortak duyguların verdiği ıztıraplarla çok acılar yaşar.
Çünkü haramcı, gümrükten mal kaçıran insana benzer.
Başka hırsızlar da çıkacak ve aynı mala, aynı anda başka eller de uzanacaktır.
Kendisi kadar harama tamah eden başkaları da vardır.
Ve işin tehlikeli boyutu:
Haram sevmekte hak değil;
güç esastır.
Güçlü olan, varlıklı olan, yakışıklı olan harama daha çabuk ulaşır
ve zayıf olan kıskançlığı ile kahrolur.
Öte yandan, haram sevgi, büsbütün ayrılık demektir.
Sevgi bittiği anda ayrılık başlar ve hançerden okunu haramcının kalbine saplar. Keza haram sevmekte, sevdiğin kişinin seni sevme zorunluluğu ve borcu yoktur.
 
Bu bakımdan mukabele etmez.
Bu da haram severin yüreğini yakan bir diğer hançerdir.

Fakat helâl ve meşrû sevgilerde bu ıztıraplar yoktur.
Çünkü:
1- Helâl sevgide güç değil, hak esastır ve senin nikâhında olan birisine başka eller uzanmaz. Çünkü hakkı yoktur! Bu durumda kıskançlığa gerek kalmaz.
(Herkesin kendi eşini harama karşı kıskanması başkadır.)

2- Helâl sevgi meşrû olduğundan ayrılık elemi vermez. Çünkü helâl sevgiler Cennete kadar ve ebedî Cennette dahi yaşanmayı hak eden saygın ve ALLAH katında makbul sevgilerdir.
Çılgın Yumurtalar
Bu bakımdan, helâl sevgilerde fanilik damgası yoktur. Çünkü helâl sevgi, ALLAH’ın izin verdiği ve razı olduğu sevgi olduğundan, üzerinde ebediyet mührü vardır, insana huzur verir ve insanı harama karşı ilgi duymaktan kurtarır.

3- Helâl sevgide sevdiğin kişi de seni sever. Çünkü sevgin makbuldür. Karşı tarafa zarar verici değildir. Bilakis, karşı tarafı koruyucu ve şefkat edicidir. Bu açıdan, makbul bir sevgi, makbul ölçüler içinde mukabele görür. Bu da kişiye lezzet ve huzur verir.

ALLAH bilir, siz bilmezsiniz.

Bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz.
Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz.
ALLAH bilir, siz bilmezsiniz.
kader anlayışımız önemlidir
Şayet kaderi, ALLAH'ın hakkımızda çok önceden yazdığı bir senaryo ve bizler de mecburen o senaryoya tabi olarak hareket eden oyuncular olarak algılıyorsak, bu kader anlayışı yanlıştır.
Bir kere herkes vicdanen biliyor ki, her fiilinde ve davranışında hiçbir senaryo okumadan, bir zorlama olmadan, kendi istek ve irademizle hareket ediyoruz. Bu vicdani bilgi her şeyi açık ifade etmektedir. Bu vicdani bilgi bize başka bir yerden bir baskının olmadığını ifade etmektedir. Peki neden hâlâ bu kader konusu tartışılıyor, derseniz?
Buna cevabımız şudur:
Tartışılan, gerçek kader değildir;
tartışılan bizim kader anlayışımız veya birilerinin kadere yüklediği yanlış manalardır.
ALLAH'ın bizim geleceğimizi bilmesi ile geleceğimizi önceden yazması farklı şeylerdir. Biz geleceğimizi bilmiyoruz. Çünkü mahlukuz, zaman ve mekan ile kayıtlıyız. Ancak ALLAH zaman ve mekan ile kayıtlı değildir.
O; gelecek, geçmiş ve şimdiki halimizi bir anda görüyor.
Bizim hakkımızda gördüğü ise bizim yaptıklarımızdır.
Yani, ALLAH bizim yaptıklarımızı biliyor.
O bildiği için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımızı O biliyor.
Tek fark önceden bilmesidir.
Önceden bildiği için de önceden yazmıştır.
İşte kafalarımızı karıştıran şey, bu önceden yazma veya görme, bilme olayıdır.
Kayıt yapan bir kamera bizim yapmadığımız bir şeyi kaydetmiyor.
Bizim yaptıklarımızı kaydediyor. Şayet on gün veya daha ilerisini de kaydeden bir kamera olsaydı, bu kamera yine bizim yaptıklarımızı kaydedecekti. O kaydettiği için biz yapmayacak, biz yaptığımız için kamera kaydetmiş diyecektik.
Kafalarımızın karışmasının asıl nedeni ise, önceden bir olayın nasıl görüleceği ve bilinebileceğini bilmememiz, aklımıza sığdıramamamızdır.
Bu sadece ALLAH'a ait bir vasıftır.
Senin elinde bir ayna bulunsa, sağ taraftaki mesafe mazi, sol taraf müstakbel farz edilse o ayine yalnız mukabilini tutar. Sonra ayineyi yukarıya kaldırdıkça iki tarafı birden tutar ayinesine alır. Ayine yükseğe çıktıkça o ayinenin görüş ufku ve dairesi genişlenir. Mazi ve müstakbeldeki olayları bir anda görür

26 Eylül 2012 Çarşamba

ALLAH'ın yarattığı ve bizlere verdiği ilim ve akıl

Bedeninin ve sahip olduğu herşeyin sahibi ALLAH'tır,
Çünkü bedenin asıl sahibi ALLAH'tır ve O, vakti geldiğinde bizden geri alacaktır.
ilmin ve istifade etmenin bir silsilesi vardır.
İlmin öncelik olarak akıl midesinde hazım edilmesi gerekiyor; ancak sonra diğer his ve latifelere dağılıp oraları nurlandırıp feyizlendiriyor.

Gıdalar sair azalara yakıt ve enerji olabilmek için midede hazmedilir. Hazmedildikten sonra sair azaların bünyesine münasip bir şekle girer. Mesela havuç göze faydalıdır; lakin midede hazmedilmeden göze direkt olarak sokulsa fayda vermez kör eder. Ispanak demir vitamini barındırır; ama midede işlem gördükten sonra, yoksa yüz gün ıspanak tarlasının için de yatılsa vitamin almak mümkün değildir vesaire.
İşte gıdaları kaba ve kesif hallerinden arındırıp azaların ince ve latif bünyesine uygun hale getiren midedir. Gıdalar midede işlem görmedikçe bedenin azalarına fayda vermez.

Aynı şekilde insanın manevi bedeninin midesi de; akıldır.
Gıdalar hükmünde olan ilimleri ve malumatları hazmedip manevi duyguların bünyesine uygun hale getirip adapte eden; akıl süzgeci ve midesidir. İnsanın manevi duygu ve latifelerinin hisse ve istifadesi; ancak aklın hazmetme derecesine göre olur.
Akıl ilmi hazmettikten sonra sair latifeler bu hazmedilmiş ilmi, kendi kabiliyet ve fıtratlarına göre massederler yani emerler. Kalbin bu hazmedilmiş ilimden aldığı hisse ile vicdanın aldığı hissenin mahiyeti farklıdır.
insanın latife ve hisseleri akıl merkezinden bağımsız olarak tek başına bir kaynak teşkil edemezler. Kati bir şekilde bütünü ile his ve latifeleri akla bağlamıyoruz; lakin insan mahiyetinde çalışan genel sistem bu şekildir.

salise de yaşam

Küçük bir odanın dört tarafına aynalar konulsa, odanın içi geniş gibi bir izlenim bırakır.
Hakikatte ise geniş değildir. İnsanın dünyası da bu oda gibidir. İnsanın içinde bulunduğu zaman ve mekan o kadar dardır ki, kafasını az bir hareket ettirse duvara çarpacaktır.

Bunun manası şudur:
Zamanın geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman olmak üzere üç boyutu vardır. Geçmiş, zaten insanın elinden çıkıp gitmiş, onu getirmek mümkün değildir. Gelecek ise daha gelmemiş olduğu için insanın mülkü sayılmaz. Öyle ise insana sadece zamanın şimdiki boyutu kalıyor ki, bu da bir anı seyyaledir. Yani insan saniyenin yüzde biri olan salise kadar bir zaman dilimi içinde sıkışmış kalmıştır.
İnsanın hakikat-i hali bu iken gaflet ve dalaletin sevki ile geçmiş ve geleceği tasavvur ve tahayyülü ile şimdiki zamana dahil edip eklediği için, dünya hayatını geniş ve bitmeyecekmiş gibi algılıyor. Odanın duvarlarındaki aynanın insanları yanıltması gibi, geçmiş ve geleceğin şimdiki zamanda yansıması da insanları yanıltıyor.
O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır.
O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz.
Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer;
hayatın, çaydan daha sür’atli akar.
İnsan sadece maddi ve hayvani bir hayat süreceğim derse, maddi ve hayvani hayatın içyüzü budur. Yani bir anı seyyale kadardır. İnsan ALLAH’a kul olmayı terk edip, sadece maddi hayata kendini hapsederse, maddi hayatın müddeti ve iç yüzü bir salise kadardır.
Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir.
Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun hayat derecesine gir.
Tevehhüm(zannetme) ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir hayat alanı, bir nur âlemi bulursun.
İşte o âlemin anahtarı,
ALLAH’ı bilme ve tanıma ve ALLAH’ın bir ve benzersiz oluşunun sırlarını ifade eden
لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ
kutsal cümle ile
kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.

25 Eylül 2012 Salı

vicdanın hassas telleri

Vicdan,
insanın fıtratına dercedilmiş olan, doğuştan gelen hakikatlerin bir miyar(ölçü)ıdır.
Vicdan, bir nevi insanın ukba(Âhiret) alemlerinin mizanlarını kalbe gönderen bir iç kanaldır.
Bu kanaldan gelen veriler ve malumatlar, kalp denilen latifede depolanır ve kalp bu verilere göre gelişir ve şekillenir.
Vicdan, hak ve hakikatlerin hissedilmesini sağlayan ve insana ihtar eden bir mekanizmadır.
Vicdan, manevi alemlerin esası ve haritası konumundadır.
Hakikatlerin uçlarının temerküz ettiği cami bir aynadır. Hem ahlaki değerlerin, hem de doğruluğun ana üssü gibidir. İnsan yanılsa bile vicdan yanılmaz.
Her insanın vicdanında bir inanma ihtiyacının olması, insanı tevhide sevk eden en önemli iç dinamiklerden birisidir. Yani insanın bir şeye inanma ihtiyacı, vicdandan gelen bir duygudur ki, çok insanlar bu duygunun rehberliğinde hakkı bulmuştur.
Afaki alemler nasıl tevhide birer levha, birer işaret ise, insanın enfüsi alemi yani vicdan, kalp, ruh, fıtrat gibi ahvaller de aynı şekilde tevhide enfüsi birer levha birer işarettirler. Afakta yazılmış bütün hakikatler insanın enfüsisinde, yani fıtrat ve vicdanında daha okunaklı ve daha beliğ bir şekilde yazılmıştır. İnsan bu yazıları iman penceresi ile okusa, tevhide dair sayısız işaretleri iç aynasında bulur.
İnsan aklı hakkı bulamasa da,
vicdan hassas telleri
ile
hakkı bulur ve ona özlem duyar.
Vicdan, ahiret alemlerine açılan bir iç penceredir.
İnsan bu pencereden bakabilirse, ahirete dair çok delilleri vicdanında duyabilir.

22 Eylül 2012 Cumartesi

ömür sermaye

her gün yirmi dört saat hayat sermayesi, Hâlıkımız bize ihsan ediyor—tâ ki, iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın.
Biz kısacık dünya hayatına yirmi üç saati sarf edip, beş farz namaza kâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan âhiret hayatımıza sarfetmezsek, ne kadar akıl dışı bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî, hem ruhî sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve meyusâne hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasâret ederiz, kıyas edilsin.

az iş çok kar

bin lira ikramiye kazancı için bin adam iştirak etmiş bir piyango kumarına yirmi dört lirasından beş on lirayı veren ve yirmi dörtten birisini ebedî bir mücevherat hazinesinin biletine vermeyen
—halbuki dünyevî piyangoda o bin lirayı kazanmak ihtimali binden birdir;
çünkü bin hissedar daha var—
ve uhrevî mukadderat-ı beşer piyangosunda, hüsn-ü hâtimeye mazhar ehl-i iman için kazanç ihtimali binden dokuz yüz doksan dokuz olduğuna yüz yirmi dört bin enbiyanın ona dair ihbarını keşfle tasdik eden evliyadan ve asfiyadan had ve hesaba gelmez sâdık muhbirler haber verdikleri halde, evvelki piyangoya koşmak, ikincisinden kaçmak ne derece maslahata(fayda, yarar) muhalif(aykırı, zıt) düşer, mukayese(kıyaslamak) edilsin.

güzel bir nefes almak, mükemmel bir teneffüs

İnsanın duygu ve cihazları ahiret alemine göre tasarlandığı için, dünyanın çeperi ve muhiti bu duygu ve cihazları sıkıyor ve boğuyor. Nasıl insanı bir metrekare gibi küçük bir yere hapsettiğimiz zaman, cesedi ve cesedindeki azaları bunalıp sıkılıyor ise, aynı şekilde insanın ahirete bakan binlerce manevi latifeleri, ahirete nispetle bir metrekare hükmünde olan dünyada sıkılıyor ve boğuluyor ve bundan dolayı da bir nefes almak istiyor.
Başta namaz olmak üzere ibadetler insan için bir nefes almak, bir teneffüs yapmak hükmündedir.
Zira bu ibadetler dünya ile ahiret arasında bir köprü, bir pencere, bir tünel gibidir. İnsan bu ibadetler sayesinde o alemler ile irtibata geçebiliyor. Namaza tekbir çekip başlayınca, dünya arkasında kalıp, ALLAH ile muhatap oluyor ve bir cihetle onun huzurunda el pençe divan duruyor. Bu yüzden "Namaz müminin miracıdır." denilmiştir.
İnsan namaz vasıtası ile ALLAH ile konuşuyor ve ona arz-ı hacet ediyor.

en güzel ve en tesirli yol

“Neciyim, nereden gelip nereye gidiyorum?”
sorularının cevabını arayan insan aklı, namaz ile ALLAH’a kul ve ebede yolcu olduğunu hatırlar.
Bütün ihtiyaçlarını ALLAH’tan diler, bütün belaların şerrinden O’na sığınır.
Bu ise ruh için en büyük bir rahat ve huzur vesilesidir.
İnsanın kalp ve ruhu dünya ve onun içindeki her şey ile ilgili
ve onlara duygusal bir yakınlık içindedir.
Ruh ve kalbin bu ilgi ve duygusal yakınlığı eşya ile insan arasında bir ünsiyet ve ülfet oluşturuyor. Halbuki bu eşya çok seri ve süratli bir şekilde ölüme ve zevale gidiyor.
Bu da insanın kalp ve ruhunda ciddi yaralara ve acılara sebep oluyor.
İşte eşyanın ölüm ve zevalinden gelen bu ciddi yara ve üzüntülerden kurtulmanın
ve hakiki ibadet edilmeye layık olan ve bütün güzelliklerin kaynağı olan sonsuz rahmet ve şefkate yönelmenin ve ondan tam istifade etmenin en güzel ve en tesirli yolu namazdır.
Namaz, insanın kalp ve ruhunu kesretten vahdete, yani eşyadan, eşyanın hakiki sahibi olan ALLAH’a çeviriyor
Evet gerçek mutluluk ve saadet, eşyanın üzerinde yansıyan güzelliklere müptela olup, onların kaybolmaları ile üzüntü ve kedere düşmek değil, o eşyada yansıyan ve tezahür eden güzelliklerin hakiki kaynağı olan sonsuz cemal sahibi olan ALLAH’ı bulup ona namaz ile bağlanmaktır.

Gafil olan insan, kendi vazifesini terkeder, ALLAH'ın vazifesiyle meşgul olur

Evet insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise, erzakını, libasını, silâhını vermektir. …
Bu itibarla insanın ALLAH'a karşı ubudiyet, vazifesidir.
Terk-i kebair(günahları terketmek) takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.”
“Gafil olan insan, kendi vazifesini terkeder, ALLAH'ın vazifesiyle meşgul olur. Evet insan, gafletten dolayı iktidarı dâhilinde kolay olan
ubudiyet vazifesinin terkiyle,
zaîf kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesinin(Ağır) altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün istirahatını kaybetmekle
âsi, şakî, hâin adamların partisine dâhil olur."
Bilindiği gibi insan için iki çeşit fiil, iş söz konusudur.
Biri ızdırarî, diğeri ihtiyarî.
Birincisinde kulun hiçbir rolü, hiçbir vazifesi yoktur. Dileyen de ALLAH’tır yaratan da. Organlarımızın çalışması, cinsiyetimiz, boyumuz, rengimiz, ırkımız bu gruba girer. Bir de bu dünyaya imtihan için gönderilmiş bulunan insanın kendi iradesine bırakılan işler vardır.
Bir önek verelim:
Konuşmayı yaratan ALLAH’tır, ancak konuşmaya karar veren, konuştuğunda da doğru veya yanlış konuşmayı tercih eden kulun kendisidir. Burada tercih kulun vazifesi, konuşmayı yaratmak ise ALLAH’ın vazifesidir, yani bu iş O’nun yaratmasıyla meydana gelir. Bu ikinci fiillerde, kul cüz’i iradesini sarf ettikten sonra, sonucu ALLAH yaratır.

CENAB-I HAKK'ın ezelde takdir ettiği bir hüküm vardır:
“Kulum cüz’i iradesini neye sarf ederse ben küllî irademle onu yaratayım.”
“Kulum sebeplere teşebbüs etmedikçe ben müsebbebleri (neticeleri) yaratmayayım.”
Bu takdiri yapan bizzat kendisidir.
KUR’AN-I KERİM'de bu ve benzeri kanunlar için “SÜNNETULLAH” tabiri geçer.
CENAB-I HAKK'ın kendisi hakkında irade ettiği bu kanunlara, yine kendisinin uymasını bir mecburiyet olarak değerlendirmemeli, İlahî kanunlara uyma hususunda bizim de çok hassas olmamız gerektiği dersini almalıyız.

21 Eylül 2012 Cuma

capisci(kapişşş;)

Bu asrın ideolojileri ve insanları, hayatın şartlarını öyle ağırlaştırdılar ki,
dünyayı elde etmek, insanlar için artık en temel vazife haline geldi.
İnsan için zaruri olmayan şeyleri, zaruri durumuna getirdiler ve insanın bütün enerji ve gayretini dünyaya sarf ettirdiler.
İnsan için, dünyanın en adi ve basit bir meselesi, dinin en büyük meselesine tercih edilir bir vaziyete geldi. Hatta ehli diyanet ve takva zatlar bile, dini, dünyayı elde etmek için bir araç haline getirdiler. Umumi dünya sevgisi ve gayreti dindar insanlara da bulaştı, onları da dünyanın derin derelerine yuvarladı.
Dünyaya olan bu revaç ve rağbet, ebedi hayatın kazanılması önünde bir engel, bir set oldu. Dini, insan gündeminde üçüncü ve dördüncü plana düşürdü.
Felsefi tabiri ile, insanlık sekülarize(dinden bağımsızlaşma ) oldu, dünyevileşti.
İnsanlık ahireti tamamen ya unuttu ya da gereken değeri vermedi.
en çok gülünen karikatür
ALLAH insanı kulluk ve ibadet etmek için dünyaya göndermiştir.
Bu yüzden insanın fıtrat ve mahiyetini de ibadet ve kulluğa göre donatmıştır.
Yoksa hayvan gibi yutmak ve çabalamak için insanı dünyaya göndermiş değildir.
İnsan, iman ve ibadeti terk edip, hayvan gibi dünyanın adi ve süfli zevk ve lezzetlerinin peşine takılır ise, mahlukatın en alçağı en rezili olur. Yok iman ve kulluğa riayet ederse, o zaman mahlukatın en üstünü ve en şereflisi konumuna çıkar.
Zira insanı ALLAH bu kıvamda yaratmıştır.
İnsanın önünde iki seçenek var;
ya kul olup kainata sultan olur,
ya da iman ve ibadeti terk edip mahlukatın en aşağı ve en rezili olur.
İnsanın bu dünyaya zevk ve lezzet peşinde koşmak için gönderilmediğine en güzel şahit, insan ile hayvan arasındaki farktır.
İnsanın donanımına ve mahiyetine bakıldığında, dünyanın zevk ve lezzetlerine uygun olarak tasarlanmadığı anlaşılır.
Ama hayvanın tasarımı sadece dünyaya bakıyor.
Hayvanda akıl olmadığı için geçmiş ve gelecek onun nazarında yoktur,
ama insandaki akıl hem geçmiş ile hem de gelecek ile ilişkilidir. Bu yüzden insan ALLAH’ı inkar edip tamamen zevk ve lezzete odaklansa, ölüm ve zeval ona huzur vermez, onu taciz eder. Ama hayvanda taciz edilecek bir akıl olmadığı için tam lezzet alır.
Bundandır ki, insanın hakiki lezzeti alıp hayvandan daha yüksek bir makama çıkması ancak iman ve ibadet ile mümkündür. O zaman ölüm ve zeval insana ıstırap veren bir hiçlik ve yokluk değil, ebedi saadetin bir başlangıcı bir girizgahı hükmüne gelir.
İnsan iman sayesinde lezzetlerin ve makamların en üstüne çıkar. İman insan üzerinde baskı kuran bütün hadisatın tazyikatını kaldırır. İman her şeyin iç yüzünü ve hakikatini izah ve beyan ettiği için, insan karanlık ve sıkıntılardan da kurtulmuş olur ve hakiki huzuru elde eder.
Özet olarak,
hakiki insan olmak ancak iman ve ibadet ile mümkündür.