ALLAH kendi için değil, insan için imanı ve ibadeti bize emrediyor.
CENAB-I HAK senin ibadetine, belli ki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın."
Doktorun hastaya şiddetle şu ilacı iç diye ısrar etmesi, kendi ihtiyacı olduğu için değil, hastanın hastalığının ciddiyetinden ve muhtaçlığından dolayıdır.
Evet, maddî vücudun rahatı demek, her zaman ruhun ve vicdanın rahatı demek değildir. Madde, ruha bir şey veremiyor. Bunun içindir ki, aklı hareket halinde olan insan, içinde bulunduğu hayatın mânâ ve mahiyetini kavrayamayınca bin bir türlü manevî işkence içinde kıvranmaya başlıyor. Neticede, çareyi düşüncenin kökünü kesecek olan sefâhet, meşru olmayan oyun ve eğlencelerde arıyor.
Nasıl maddi bedenimiz hastalandığı zaman, onun kimyasına uygun olarak maddi elementlerden mürekkep bir ilaç veriliyor ise; insanın manevi cesedi hükmünde olan kalp, ruh, vicdan ve akıl gibi cihazların da kendine münasip gıda ve ilaçları vardır. Bu gıda ve ilaçlar; elbette bu manevi cihazların manevi yapısına mütenasip olması gerekir. Ruh ve kalp ıspanak ya da elma ile beslenmez. Böyle latif hissiyatların gıda ve ilacı; elbette ibadet ve zikir gibi latif şeylerdir.
Nasıl maddi hastalıklar ekseri olarak maddi organların gıdasız ve vitaminsiz kalmasından ortaya çıkıyor ise, manevi azaların hastalığı da yine o azaların gıdasız ve vitaminsiz kalmasından hasıl oluyor. Bunun reçetesi ve ilacı da;
ancak ibadet ve zikirler olabilir. Kalp, ancak ALLAH’ın zikri ve muhabbeti ile gıdalanıp tatmin olabilir; ruh, ancak ulvi ve İlahi hakikatler ile terakki edip gelişir; akıl, ancak ALLAH’ın sanatlarını tefekkür etmek ile ihtiyacını temin eder; vicdan, ancak dinin latif hakkaniyeti ile inşirah bulur; nefis, ancak dinin ciddi ve ince disiplini ile ıslah ve tezkiye olabilir; vs...
mânen ve hakikaten mü’min dünyada bir Cennet hayatı yaşadığı gibi, kâfir de mânen Cehennem gibi ruhî ıztıraplar çekmektedir. Çünkü rahat ve refah içinde yaşamak başka, mânevî bir huzur ve saadet; vicdanî bir rahat içinde yaşamak daha başka bir şeydir.
İnsan hakikaten manevi bir hastadır. Özellikle bu asrın insanları fen ve felsefeden gelen dehşetli şüphe ve inkar akımı ile, daha ziyade bir hasta ve daha çok iman ve ibadete muhtaç bir vaziyettedir. Öyle ise kurtuluş ve necat, yani bu hastalığın reçete ve ilacı, yalnız iman ve ibadettir.
iman, Cennetin bir manevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğu muhakkaktır.
İnsan şu kainatın küçültülmüş bir modeli, bir misali olmasından dolayı, bütün kainatı kuşatacak cihaz ve duygular ile mücehhezdir.
Bir nevi insan; kainatın merkezinde ve kalbinde duran bir kontrol odası gibidir.
Kainatın bütün şekli ve rengi bu odadan tayin ediliyor.
Bu odada beyaz renk tuşuna basıldığında kainat beyaza bürünür, siyaha basıldığında kainat siyah renge bürünüyor. İşte insan, kalbi ve duyguları üzerine bina olmuş hususi alemine, istediği şekli ve ölçüyü verebiliyor. Bir nevi, insanın hususi koca alemi, kalbin mizanı ile şekilleniyor. Bu kalpte iman ve nur varsa; alemi imanlı ve nurlu oluyor, küfür ve karanlık hakim ise alemi de keşmekeş ve karanlıklı oluyor.
İbadet ve iman ile şekillenmiş kalp,
kainatı da ibadetli ve imanlı görüyor. İbadetsiz insan eşyanın fıtri ibadet ve tesbihini göremiyor. Zira kontrol odası hükmünde olan kalbi arızalı ve bozuktur, dolayısı ile bu kalp üzerine çıkan alemi de buna tabi olarak bozuktur.
“Her kim hayat-ı fâniyeyi (geçici hayatı) esas maksat yapsa, zâhiren bir Cennet içinde olsa da mânen Cehennemdedir. Ve her kim hâyat-ı bâkiyeye (ebedî hayata) ciddî müteveccih(yönelmiş) ise saadet-i dareyne (iki dünya saadetine) mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin intizar (bekleme) salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder...”sözler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder