30 Nisan 2012 Pazartesi

gaz pedalı &fren

Aslında bizi üzen yaşadığımız olaylar değil, olayları değerlendirme şeklimizdir. Bunun başlıca sebebi, bakış açımızdaki yanlışlığın bizi ümitsizlik bataklığına sürüklemesidir.
Ümitsizlik şeytandan olduğuna göre, ümitsizce konuşmak şeytanın sözcülüğünü yapmak gibidir. PEYGAMBER EFENDİMİZSAV:
“Bütün insanlar bozuldu, iyi insan kalmadı
diyen görürseniz, bilin ki asıl bozulan odur” buyurmuştur.
Çünkü herkes kendi gözlüğünden bakar, kırmızı gözlükle her taraf kırmızı görülür, ama kırmızı olan gözlüktür, eşya değildir.
EFENDİMİZ s.a.v. devamlı olarak ümmeti için dua ediyordu. Nihayet ALLAHÜ TEALA kendisine şöyle vahyetti:
“Hiç şüphesiz RABBin insanların kötülüklerine karşı çok mağfiret sahibidir” (Ra’d, 6)
Ümit hali insanı ibadet ve taat yapmaya sevkeder. Korku hali de, insanı günah işlemekten uzaklaştırır.”
Dünyaya gerekli donanımla gönderilen insan, kendisine takılan cihazı kullanmaz,
yâda yanlış kullanırsa sıkıntısını peşin olarak çekecektir.
Bir arabada her cihazın lüzumu gibi, insanlarda da mevcut olan her cihazın ve duygunun önemi vardır.
Mesela, korku duygusu arabadaki fren sistemi gibidir. Fireni olmayan arabayı bekleyen tehlikeler, korkusuz insanları da bekler.
Birde arabada "GAZ PEDALI" vardır. Ayağınızı kaldırdığınızda yavaşlama başlar ve yerinde durmak kaçınılmaz olur. İnsanın gaz pedalı ÜMİT duygusudur. Ümit; İyi ve faydalı bir şeyin gerçekleşeceği beklentisi ve inancı taşımaktır. Güven duygusunun kaynağıdır
ALLAH TEALAnın merhameti vardır diyerek isyana kalkışma. Kahrından korkarak da ümitsizliğe düşme
Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "RESULULLAH aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"ALLAHÜ TEALA Hazretleri diyor ki:
"Ey Ademoğlu! Sen bana dua edip, (affımı) ümid ettikçe ben senden her ne sâdır olsa, aldırmam, ben seni affederim.
Ey Ademoğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim.
Ey ademoğlu! Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiç bir şirk koşmaksızın bana kavuşursan, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım."

29 Nisan 2012 Pazar

kontrol odası

ALLAH kendi için değil, insan için imanı ve ibadeti bize emrediyor.
CENAB-I HAK senin ibadetine, belli ki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın."
Doktorun hastaya şiddetle şu ilacı iç diye ısrar etmesi, kendi ihtiyacı olduğu için değil, hastanın hastalığının ciddiyetinden ve muhtaçlığından dolayıdır.
Evet, maddî vücudun rahatı demek, her zaman ruhun ve vicdanın rahatı demek değildir. Madde, ruha bir şey veremiyor. Bunun içindir ki, aklı hareket halinde olan insan, içinde bulunduğu hayatın mânâ ve mahiyetini kavrayamayınca bin bir türlü manevî işkence içinde kıvranmaya başlıyor. Neticede, çareyi düşüncenin kökünü kesecek olan sefâhet, meşru olmayan oyun ve eğlencelerde arıyor.
Nasıl maddi bedenimiz hastalandığı zaman, onun kimyasına uygun olarak maddi elementlerden mürekkep bir ilaç veriliyor ise; insanın manevi cesedi hükmünde olan kalp, ruh, vicdan ve akıl gibi cihazların da kendine münasip gıda ve ilaçları vardır. Bu gıda ve ilaçlar; elbette bu manevi cihazların manevi yapısına mütenasip olması gerekir. Ruh ve kalp ıspanak ya da elma ile beslenmez. Böyle latif hissiyatların gıda ve ilacı; elbette ibadet ve zikir gibi latif şeylerdir.
Nasıl maddi hastalıklar ekseri olarak maddi organların gıdasız ve vitaminsiz kalmasından ortaya çıkıyor ise, manevi azaların hastalığı da yine o azaların gıdasız ve vitaminsiz kalmasından hasıl oluyor. Bunun reçetesi ve ilacı da;
ancak ibadet ve zikirler olabilir. Kalp, ancak ALLAH’ın zikri ve muhabbeti ile gıdalanıp tatmin olabilir; ruh, ancak ulvi ve İlahi hakikatler ile terakki edip gelişir; akıl, ancak ALLAH’ın sanatlarını tefekkür etmek ile ihtiyacını temin eder; vicdan, ancak dinin latif hakkaniyeti ile inşirah bulur; nefis, ancak dinin ciddi ve ince disiplini ile ıslah ve tezkiye olabilir; vs...
mânen ve hakikaten mü’min dünyada bir Cennet hayatı yaşadığı gibi, kâfir de mânen Cehennem gibi ruhî ıztıraplar çekmektedir. Çünkü rahat ve refah içinde yaşamak başka, mânevî bir huzur ve saadet; vicdanî bir rahat içinde yaşamak daha başka bir şeydir.
İnsan hakikaten manevi bir hastadır. Özellikle bu asrın insanları fen ve felsefeden gelen dehşetli şüphe ve inkar akımı ile, daha ziyade bir hasta ve daha çok iman ve ibadete muhtaç bir vaziyettedir. Öyle ise kurtuluş ve necat, yani bu hastalığın reçete ve ilacı, yalnız iman ve ibadettir.
iman, Cennetin bir manevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğu muhakkaktır.
İnsan şu kainatın küçültülmüş bir modeli, bir misali olmasından dolayı, bütün kainatı kuşatacak cihaz ve duygular ile mücehhezdir.
Bir nevi insan; kainatın merkezinde ve kalbinde duran bir kontrol odası gibidir.
Kainatın bütün şekli ve rengi bu odadan tayin ediliyor.
Bu odada beyaz renk tuşuna basıldığında kainat beyaza bürünür, siyaha basıldığında kainat siyah renge bürünüyor. İşte insan, kalbi ve duyguları üzerine bina olmuş hususi alemine, istediği şekli ve ölçüyü verebiliyor. Bir nevi, insanın hususi koca alemi, kalbin mizanı ile şekilleniyor. Bu kalpte iman ve nur varsa; alemi imanlı ve nurlu oluyor, küfür ve karanlık hakim ise alemi de keşmekeş ve karanlıklı oluyor.
İbadet ve iman ile şekillenmiş kalp,
kainatı da ibadetli ve imanlı görüyor. İbadetsiz insan eşyanın fıtri ibadet ve tesbihini göremiyor. Zira kontrol odası hükmünde olan kalbi arızalı ve bozuktur, dolayısı ile bu kalp üzerine çıkan alemi de buna tabi olarak bozuktur.
“Her kim hayat-ı fâniyeyi (geçici hayatı) esas maksat yapsa, zâhiren bir Cennet içinde olsa da mânen Cehennemdedir. Ve her kim hâyat-ı bâkiyeye (ebedî hayata) ciddî müteveccih(yönelmiş) ise saadet-i dareyne (iki dünya saadetine) mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin intizar (bekleme) salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder...”sözler

28 Nisan 2012 Cumartesi

ortaya çıkacak bütün ve kompozisyon

Yüce ALLAH’ın ezeli ilmine göre her şey bir anda nazarı-ı şuhudundadır.
Geçmiş ve gelecek diye bir şey düşünülemez. Zaman mefhumu, zamana mahkûm olan fani varlıklar ve insanlar içindir.
“Senin elinde bir ayna bulunsa, sağ taraftaki mesafe mazi, sol taraf müstakbel farz edilse o ayine yalnız mukabilini tutar. Sonra ayineyi yukarıya kaldırdıkça iki tarafı birden tutar ayinesine alır. Ayine yükseğe çıktıkça o ayinenin görüş ufku ve dairesi genişlenir. Mazi ve müstakbeldeki olayları bir anda görür.” (Sözler, 757–758)
ALLAH için hal, geçmiş ve gelecek gibi kavramlar yoktur. Bu kavramlar zaman ile kayıtlı olan bizler içindir. mesala;
Bir tablo bizim zaman çizgimiz olsun. Ortası hal yani şimdiki zaman, sol tarafı geçmiş zaman, sağ tarafı ise gelecek zaman. Şimdi şu zaman tablomuzun üzerine bir ayna tuttuk. Ayna, zemine yakın olduğu için sadece “hal” aynada aksetti. Geçmiş ve gelecekten içine hiçbir şey girmedi. Şimdi aynayı biraz kaldıralım. Ve şu pozisyonda aynamızda hal ile birlikte geçmiş ve geleceğinde bir bölümü aksetti. Aynayı biraz daha kaldırdığımızda, bir önceki pozisyonda aynada gözükmeyen geçmiş ve geleceğin bir bölümü daha onda aksetti.

Demek aynayı kaldırdıkça, aynada gözüken zaman dilimi genişlemektedir. Şimdi aynayı en tepeye kaldıralım.

İşte bu noktada ayna, hal, geçmiş ve geleceğin tamamını
içine aldı.

İşte bu noktaya ezeliyet noktası denilir ki, üç zamanın tamamını aynı anda görmektir. İşte “ALLAH ezelidir” dediğimizde, ALLAH’ın bütün zaman ve mekânları aynı anda gördüğü, bildiği ve zaman kaydından münezzeh olduğu anlaşılır.
Bir küçük çocuk, annesi nakış işlerken dizlerinin dibinde oturup onu seyretmeyi çok severdi. Bir keresinde aşağıdan annesine doğru bakıp sordu: “Anneciğim, ne yapıyorsun?”
Annesi, tatlı ve şefkatli bir sesle cevap verdi:
“Nakış işliyorum yavrum. Bu kasnaktaki kumaşın üstüne güzel desenler işlemeye çalışıyorum.”
Küçük çocuk: “Ama yaptığın şey, hiç güzel görünmüyor, karmakarışık…”
Gerçekten de çocuğun baktığı yerden, annesinin elinde tuttuğu kasnağın altındaki ipler, birbirine giriyor, kasnağın üstünde görülen sanatlı işlemelerden ise hiçbir eser görünmüyordu. Çocuğun bu sözüne annesi gülümseyerek:
“Hadi sen git, biraz oyna,” dedi
“Nakışımı bitirdiğimde seni dizime oturturum, o zaman o nakışa benim yakınımdan bakar ve ne olduğunu anlarsın.”
Çocuk oynarken,
annesinin parlak renkli ipliklerin yanında, o kapkara iplikleri neden kullandığını merak etmekten kendisini bir türlü alamadı. Biraz sonra annesinin sesi duyuldu:
“Gel kızım, yanıma otur da, birlikte bakalım bu nakışa.”
Annesi gibi kasnağa üst taraftan bakan çocuk, şaşkınlıktan ve hayranlıktan ne diyeceğini bilemedi. Kasnağın üstünde harikulade bir çiçek resminin nakşedildiğini gördü. Peki ama bu büyük farklılığın sebebi neydi? Alttan bakınca karmakarışık, üstten bakınca harika nakışlar. Nasıl böyle olabiliyordu? Annesi onun bu merakını şu sözleriyle giderdi:
“Yavrum, alttan bakıldığında nakış karışık ve anlaşılmaz görünüyordu. Çünkü sen nakşın üst tarafına daha önceden çizili bir plan olduğunu göremiyordun. Bu benim yaptığım bir dizayndı. O çiçeği işlemek için, benim bu çizimi ve planı takip etmem gerekiyordu. Şimdi benim tarafımdan baktığında ise, ne yaptığımı daha iyi görebiliyorsun.”
Küçük kız yıllar geçip büyüdüğünde, başına gelen her iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin olaylar karşısında, hep bu yaşadığı olayı hatırladı. Hayatının bir nakış gibi, ilahî bir kudret eli tarafından dantel dantel işlendiğini, kendisine karışık, anlamsız, kötü gibi görünen olayların, aslında ilahî bir planın nakışları olduğunu, ortaya çıkacak bütünün ve kompozisyonun hârikulade bir resim teşkil edeceğini hissederek hâlinden pek de şikâyetçi olmadı.

27 Nisan 2012 Cuma

algılama ve bakış açısı

“Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.”
Bu hadis-i kutside mümine en ileri seviyede bir teslim ve tevekkül dersi verilmektedir.

Bir hadis-i şerifte, “ALLAH’a karşı hüsnüzan ibadettir.”, bir hadis-i kutside de “Rahmetim gazabımı geçti.” buyruluyor. Buna göre insan, başına gelen sıkıntılarn musibetlerin altında kendisi için bilemeyeceği nice rahmetler bulunabileceğini düşünmeli ve RABBine hüsnüzan ederek o olayı hayra yormalıdır.
Böyle bir kuluna da ALLAH rahmetiyle mukabele eder, o musibeti onun hakkında büyük hayırlara vesile yapar; kulun derecelerini artırır.
Bu gibi hadiselerde kadere itiraz eden, ALLAHın rahmetini hiç düşünmeyen kimse İlahi rahmetten hissesini alamaz. RABBinin o olaylarda saklı rahmetini düşünmediği için bu anlayışına göre muamele görür.
“Rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır.”
Mesela; mümin, ölümü ebedi bir saadetin başlangıcı olarak görürken, kafir ölümü ebedi bir yokluk ve hiçlik olarak görüyor. ALLAH mümine bu güzel zannından dolayı ebedi bir saadet verirken, kafire de bu kötü zannından dolayı ebedi bir ayrılmak ve yok olmak telaşını ve endişesini veriyor. "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim."sırrı, burada tam manasını ve hükmünü icra etmiş oluyor.
Evet olaylara iman ve hidayet gözlüğü ile bakan birisi, her şeyin iyi ve güzel tarafını görür ve onunla mutlu olur. Zahirde çirkin ve azap gibi duran şeyleri de kadere havale edip, tam bir teslimiyet ve tevekkül ile o huzur ve mutluluğuna halel ve zarar verdirmez. Bu sebepledir ki, "Kadere iman eden, kederden emin olur." denilmiştir.
Kafasına ve kalbine iman ve hidayet gözlüğünü takmayan bir münkir ise, her şeyin ve her hadisenin kötü ve çirkin tarafını görür ya da öyle algılar. Hayatı bir azap makinesine döner. Sefayı unutur, kederi alır, hayatı zehir olur. Hayat kafir için bu kadar azaplı ve sıkıntılı iken, sanki hiçbir şey yokmuş gibi sadece oyun ve eğlencenin peşindedir ya da bu realiteleri onunla unutmak istiyor.
Arkasına ecel aslanı takılmış, önünde yılan ağzını andıran kabir kuyusu bulunan bir adamın, iştahla dünyanın haram lezzetlerine dalması şaşılacak bir hayvanlıktan başka bir şey değildir.
"Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor..."
ifadesi, kafirin hayattaki durumuna ve büyük bir ikilem içinde olduğuna işaret ediyor.
Evet, iman her şeyi güzel gösteren bir iksir ve formül gibidir. Kim bu formülü ve iksiri elde ederse, hem bu dünya hayatı hem de ebedi olan ahiret hayatı kurtulur. Aksi durumda olan insanlar ise keder ve azap yumağı içinde helak olurlar. Kafirin, nefsine uyarak hiçbir şey yokmuş gibi eğlenmesi geçici bir göz boyamadır.
ALLAHÜ TEALA, Hazret-i Davud’a vahyetti ki:
- Beni sev, beni seveni sev ve beni kullarıma sevdir! Beni sevsinler.
- Ya RABBi bunu nasıl yapayım?
- Nimet ve ihsanlarımı onlara hatırlat, onlar benden ancak iyilik beklesinler.

dünya hanında aziz bir yolcu

"İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa'y-i maddî itibarıyla zayıf bir hayvandır, âciz bir mahlûktur. Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur."
İnsan bir fiili ve ameli gerçekleştirme noktasında zayıf ve aciz bir varlıktır, elinden hiçbir şey gelmez. Tek sermayesi cüzi iradesidir, bu irade de yaratma ve fiilleri gerçekleştirme hususunda mutlak acizlik içindedir. Bu yönde tasarrufu çok az ve dardır. İnsanın böyle bir mahiyette yaratılmasının hikmeti, ALLAH’ın isim ve sıfatlarına mazhar ve makes olabilmesi içindir.
İnsan nihayetsiz acizlik hissi ile aciz olmayan sonsuz kudret sahibi bir Zatı tanır ve bilir, nihayetsiz şeylere muhtaç olması ile her şeyde, hiçbir şeye muhtaç olmayan sonsuz zenginlik sahibi zata intikal eder.

İnsan fiile konu ve mahal olmak, dua ve istemek noktasında ise; kainatı kuşatacak kadar geniş ve kapsamlı yaratılmıştır. İnsandaki nihayetsiz acizlik ve zayıflık damarı insanı nihayetsiz kudret ve zenginliğe bağlar. Ve o ihtiyaç ve istemek duygusu ile o ihtiyaç ve istemesine mukabele edecek Zata intikal eder.
İşte insan, ALLAH’ın isim ve sıfatlarının tecellilerine ayna ve mahal olmak noktasında, kainat kadar geniş mahlukatın umumu kadar donanımlıdır. İnsan ekmeğe muhtaç olduğu gibi, ekmeğin oluşmasında çalışan güneşe ve yıldızlara da muhtaçtır. Yani insan bütün kainata muhtaç ve bağımlı olarak yaratılmıştır. Bunun sebebi ise; insan her şeyde, ALLAH’ın varlığını ve birliğini hissedip, o muhtaçlık vasıtası ile ALLAH’ı bulsun.

26 Nisan 2012 Perşembe

bir memur

Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin.
latahzeninnallahemeana.blogspot.com
latahzeninnallahemeana.wordpress.com
Ya HAKİM! Sen ki her yarattığına mana ve değer katansın Manaya özünü verensin, Sonsuz hikmetine aşina eyle kalbimizi…
ömür bir sermayedir
Her iki hayatın levazımatı Malik-ül Mülk tarafından verilmiştir
Fakat o levazımatı(Lüzumlu maddeler), cehlinden dolayı, tamamen bu hayat-ı bakiyeye sarfediyor.Halbuki, o levazımattan(lüzümlu ) laakal onda biri dünyevi hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarfetmek gerektir.
Acaba birkaç memleketi gezmek için hükümetten yirmidört lira harcırah alan bir memur,
ilk dahil olduğu memlekette yirmi üç lirasını sarfederse, öteki yerlerde ne yapacaktır.
Hükümete ne cevap verecektir. Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi?
CENAB-I HAKK her iki hayat levazımatını elde etmek için yirmidört saatlik bir vakit vermiştir.
Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmi üç saat kısa ve fani olan dünya hayatına ,
hiç olmazsa bir saati de beş namaza ve baki ve sonsuz uhrevi hayata sarfetmek lazımdır ki
dünyada paşa, ahirette geda (fakir ) olmasın!

Aklımızı, kalbimizi, hayalimizi neye karşı tutsak, değerimiz de, derinliğimiz de, kıymetimiz de ona göre oluyor.

“Şeffaf parlak bir zerrecik, bizzat kendi başıyla kalsa bir kibrit başı kadar bir nur içinde yerleşmez. Fakat o zerrecik, Güneşe intisap edip ona karşı gözünü açıp baksa; o vakit o koca Güneşi ziyasıyla, elvan-ı seb’asıyla, hararetiyle hattâ mesafesiyle içine alabilir.” (Mektûbat)

Fiil ciheti, insanın kendi irade ve kudretiyle yaptığı işleri ifade eder. İnfial ciheti ise, onun hiçbir hissesi olmaksızın onda icra edilen İlahi icraatlar ve sanatlardır.
“Evet ey insan! Sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücud ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. Diğeri; tahrib, adem, şer, nefy, infial cihetidir. Birinci cihet itibariyle; arıdan, serçeden aşağı.. sinekten, örümcekten daha zaîfsin. İkinci cihet itibariyle; dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhar-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın.”
Fiil “iş yapma”,
infial ise “fiili kabul etme,
yani kendisinde bir iş yapılma” cihetidir. Yazı yazmak bir fiildir, bir iştir. Kâğıt bu fiili kabul eder,
yani onda yazı yazılır, havada ve suda (bu konuda) infial ciheti yoktur; onlara yazı yazamazsınız.

ayna örneği:

Bir ayna fiil cihetiyle ışık sahibi değildir, o yönüyle son derece fakir ve acizdir. Ama bu ayna kendini güneşe karşı tuttuğunda, infial cihetiyle, yani tecelliyi kabul etme, güneşe ayna olma yönüyle yedi renge ve ısıya sahip olduğu gibi güneşi mesafesiyle de içine alır. Güneş o aynada yüz kırk dokuz milyon kilometre ötede tecelli eder. O birkaç milimlik cam parçası bu kadar bir derinlik kazanır.
Burada bir fiil, bir de infial (Herhangi bir şeyden etkilenme)ciheti var.
Fiil ciheti, aynanın kendiliğinden parlaması, ışık saçması. Bu cihetle ayna, ışığın ve parıltının zerresine bile sahip değildir.
Ama fiili kabul etme cihetiyle güneşin ışığını içine alabilmekte, onunla parlamakta, onunla güzelleşmektedir.
Bu ayna şuurlu olsa, kendisindeki bu güzelliğin, bu kemalin hep güneşten olduğunu ilân eder ve nefsini değil güneşi metheder. Yoksa o ışığı ve parlaklığı kendine mâl ederek gururlansa, mânen çok aşağılara düşer ve akşamın gelmesiyle de karanlıklar içinde perişan olur.

Dikkatimizi çeken bir başka nokta: “Mesafesiyle içine alma.”
Aynanın kalınlığı birkaç milimetre olduğu halde, kendini güneşe karşı tuttuğu anda, bir derinlik kazanıyor ve yüz elli milyon kilometrelik bir mesafeyi içine alabiliyor. Şimdi bu ayna, “Ben yüz elli milyon kilometreyim.” dese maskara olur; zira onun kaç milimetre olduğu herkesin malûmudur. Onda teşekkül eden derinlik, infial cihetiyledir.

Ayna kendisini iki metre ilerideki bir duvara karşı tutsa, onda iki metrelik bir mesafe teşekkül eder. Yüz metre ötedeki bir dağa karşı tutsa, içindeki mesafe yüz metre olur.

Hepimiz o ayna gibiyiz.Aklımızı, kalbimizi, hayalimizi neye karşı tutsak, değerimiz de, derinliğimiz de, kıymetimiz de ona göre oluyor.
İşte iman ile ALLAH’a intisap ekmek, aklını O’nun eserlerini tefekkürde kullanmak, his dünyasının yönünü ebediyete çevirmek de insanı böyle yükseltir, büyütür ve derinleştirir.
Biz fiil cihetimizle övünmeyi bir tarafa bırakıp infial cihetimize bakmalı, bizde icra edilen İlâhî fiilleri, bize yapılan ihsan ve ikramları tefekkür(düşünmek) etmeliyiz.
Diğer canlılar bu konuda insanla mukayese kabul etmeyecek kadar geridirler. Ve insan bu yönüyle arzın halifesidir. Arz ve semanın Hâlık’ının muhatabıdır. Ve O’nun ebedi saadet diyarına girmeye adaydır.
Bu sırrı çok iyi bilen ve en ileri seviyede yakalayan büyük insanlar, kalplerini ancak RABlerine mahsus kılmışlar, akıllarıyla kâinattaki hikmetleri tefekkür etmişler ve hayalleri ancak ebedî saadet olmuş. Böylece yücelmiş, enginleşmiş ve derinleşmişler.
Mecnun Leyla'ya olan aşk-ı muhabbetinden dolayı farketmeden namaz kılan bir adamın önünden gecer. Adam namazını bitirir bitirmez hemen Mecnun'un yanına gelir ve hesap sorar:

-Bre gafil adam, sen bilmezmisin ki namaz kılan kişinin önünden gecilmez. İnsan biraz dikkat eder dimi? Ben namaz kılıyorum sen lakait bir şekilde önümden geciyorsun, bu ne gaflettir?

Mecnun adamın sözlerini dinledikten sonra çok manidar bir cevap verir:
-Ben ki Leyla'ya olan aşkımdan dolayı senin önünden gectiğimi farketmedim. Peki sen koskoca MEVLA'nın huzurunda dururken beni nasıl farkettin?

25 Nisan 2012 Çarşamba

her bir duygu ALLAH’ın isimlerinin nakşı ve işlemesidir.

Vücudumuzda dercedilen hadsiz hissiyat ve letaifin veriliş gayeleri nelerdir?
İnsan kainatın küçültülmüş bir nümunesi ve modelidir. Kainat küçülse insan, insan büyütülse kainat olur. Kainatta azametli ve büyük yazılmış tevhid hakikatleri, insanın mahiyetinde küçük ve okunaklı bir şekilde yazılmıştır. Bu hususta kainat ile insan müsavidir, fark sadece kemiyettedir, yani boyut ve hacimdedir.
İnsanı kainat kadar geniş yapan şey ise, insanın fıtratına konulan istidat ve duygulardır. İnsanın mahiyetinde her bir alem ile irtibat kuracak cihaz ve duygular vardır. İnsanın her bir cihazı ve duygusu bir aleme açılan bir penceredir. İnsan bu duygu penceresi ile o alemi seyreder ve o alemle iletişim kurar.
Mesela, göz bir penceredir, mubsırat alemine açılır; kulak bir penceredir sesler alemini işitir, dokunma duyusu bir penceredir cismani alemlere açılır; hayal kuvveti bir penceredir, misal alemi ile irtibat kurar, ruh bir menfezdir ruhlar alemine açılır; kalp aşk ve muhabbet dünyasının kapısıdır; akıl hikmetli mevcudat aleminin mütefekkir bir mütalaacısıdır,.. buna benzer binlerce his ve duygular insanın geniş mahiyetinde mevcuttur ve her birisi bir alem ile irtibatlıdır.
İnsan, bu duygular sayesinde mahlukat içinde ALLAH’ın bütün isim ve sıfatlarını tartıp ölçecek geniş mahiyete sahip tek mahluktur. İnsan sahip olmuş olduğu his ve cihazlar sayesinde ALLAH’ın bütün isimlerini tartıp ölçebilir. Mesela, midenin açlık hissi ile REZZAK ismini, tat alma duyusu ile ALLAH’ın KEREM ve MUHSİNismini, cüzi iradesi ile ALLAH’ın külli irade sıfatını, cüzi ilmi ile ALLAH’ın sonsuz ilim sıfatını bilebilir. Demek insanın mahiyetindeki her bir cihaz ve duygu, aynı zamanda ALLAHın isimlerine açılan birer kapı birer pencere hükmündedir.
Ayrıca, ALLAHın bütün isim ve sıfatları, insanın mahiyetinde nakışlar suretinde tecelli etmiştir. ALLAH’ın isimlerinin hayatın üstünde nakış suretinde tecellisi kıyasi ve farazi değil, hakiki ve kaynamak suretindedir. Yani tabiri yerinde ise; maddi ve işlemek noktasında bir tecellidir. Diğer iki tecelli tarzı daha çok kıyas ve farazi bir şekildedir. Malum, kıyas ve farazilik mevhum bir şeydir. Nakış ise hakiki bir işlemek ve tecelli etmektir.

Mesela; insanın simasındaki göz; ALLAH’ın BASAR sıfatının bir tecellisidir;
kulak, SEM sıfatının bir yansımasıdır; konuşma mahalli olan dil, KELAM sıfatının bir cilvesidir; yüzdeki tasvir ve çizim, MUSAVVİR isminin bir tecellisidir. Ancak hayata lazım olan rızkın gönderilmesi, bedenin ve bedende çalışan hücrelerin beslenmesi, REZZAK isminin nakışları ve tecellileridir.

Bu isimler gibi, ALLAH’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakış suretinde, yani maddi ve hakiki bir tecelli ile cilvelerini göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi, kaynakları hükmünde olan isimlere açılan birer pencere hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile ALLAH’ın isim ve sıfatlarına intikal ederler ve idrakine ererler.
Özet olarak, insandaki hissiyat ve latifelerin en büyük gayesi ALLAH’ın isimlerini anlamak ve ayna olmaya bir araç olmaktır, diyebiliriz. Zaten her bir duygu bir ismin nakşı ve işlemesidir.

24 Nisan 2012 Salı

Yûnus aleyhisselâm

Yûnus aleyhisselâm, Asûr Devletinin başşehri ve önemli bir ticâret merkezi olan Ninova şehrine peygamber olarak gönderildi.
Putlara tapan Ninova halkını senelerce ALLAHÜ TEALAya imân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Kavmi ona imân etmedikleri gibi birçok ezâ ve cefâda bulundular. Onunla alay ettiler. Fakat Yûnus aleyhisselâm yılmadan ve ümitsizliğe kapılmadan onları hak dine dâvet etti.
ALLAHÜ TEALAnın azâbıyla korkuttu. Fakat Ninova halkı, ''Tek bir kişinin hatırı için azap inip herkesi yok edecekse müsâde et bu azap gelsin.'' deyip alay ettiler. Yûnus aleyhisselâm kavminin küfürde isrâr etmesine üzülüp onların arasından ayrıldı.
ALLAHÜ TEALA ona vahyedip; ''Kullarımın arasından ayrılmakta acele ettin. Geri dön, kırk gün daha onları imâna çağır.'' buyurdu. Yûnus aleyhisselâm bu ilâhi emir üzerine kavmine döndü ve onları hak dine dâvete devâm etti. Otuz yedi gün aralarında kaldı. Kavmi yine inanmadı. Bunun üzerine Yûnus aleyhisselâm ''O hâlde üç güne kadar başınıza gelecek azâbı bekleyin deyip Ninovadan ayrıldı. Dicle Nehri kenarına vardı. Fakat buraya ALLAHÜ TEALAdan emir almadan gelmişti.Çünkü RABBi ona kırk gün onların içinde kal demişti o ise otuz yedi gün kalmıştı.
Dicle Nehri kenarındayken yolcularla dolu olan bir gemiye bindi. emi hareket edip kıyıdan uzaklaştı. Gemi bir müddet seyrettikten sonra durdu ve kımıldamaz oldu.Hava da aniden bozuldu denizin dalgaları hırçınlaşmaya başladı.
Gemidekiler durumu uğursuzluk kabul edip: ''Burada efendisinden kaçan bir kul vardır. Kur'a atalım o meydana çıkar!'' diye söyleştiler. O zamâna kadar âdetleri kur'a kime isâbet ederse onu cezâ olarak denize atmaktı. (Yûnus da şüphesiz resullerdendi. Hani o, RABBinden izinsiz kaçıp yolcusunu doldurmuş gemiye kendini atmıştı. Kur’a çekmiş, kur’ada kaybedenlerden olunca denize atılmıştı.(SÂFFÂT-139,140,141))
Âdetleri gereği kur'a çektiler. Kur'a Yûnus aleyhisselâma çıktı. O zaman Yûnus Aleyhisselâm bunun kendisi hakkında ilâhi bir imtihan olduğunu kabul edip tevekkülle; ''O âsi kul benim!'' dedi. Gemidekiler Yûnus aleyhisselâma bakıp sâlih bir kimse olduğunu anlayıp; ''Bu zât köleye benzemiyor!'' diyerek yeniden kur'a çektiler. Kur'a yine hazret-i Yûnus'a isâbet etti. Üçüncü defâ çekilen kur'a da Yûnus aleyhisselâma isâbet etti. Bâzıları; ''Şüphesiz bu kişinin suçu olmalı!'' dediler.Böylece onu denize attılar.
Yûnus Aleyhisselâm denize atıldığında çaresiz kalmıştı.Çünkü bir tarafta denizin azgın dalgaları diğer tarafta çakan şimşekler,fırtına ve bardaktan boşalırcasına yağmur.Bütün bu olumsuzlukların yanında kendisini yutmak için yaklaşan bir balık.
Şu halde kurtulması imkansız görünüyordu.Kurtulmanın sebepler olarak imkansız olduğu anda bütün sebeplerin sahibi olan RABBini hatırladı.RABBine yalvarışa ‘’Senden başka ilâh yoktur, sen noksanlıklardan münezzehsin, Şüphesiz ben haksızlık edenlerden oldum"(ENBİYA 87) yakarışıyla başladı.
O’na zarar vermede ittifak etmiş gibi görünen gökyüzü,deniz ve balık hakkında RABBinden yardım istedi.Böylece Sırr-ı Ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf etti.Şöyle ki:
TEVHiD Birleme. Bir ALLAH'tan başka ilâh olmadığına inanma
Kainattaki umumi düzen bir elden çıktığının ispatıdır.Nasıl kiKüçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün nizamı bozulur. Bir nahiyede iki müdür, bir vilayette iki vali bulunsa, kargaşa yaşanır.Aynen öyle de Kainatta sinek kanadından tut,yıldızlara kadar öyle bir nizam var ki eğer zerre miktar müdahale olsaydı nizam bozulacaktı. Halbuki, nazar-ı beşer ne kadar çabalasa şu muhteşem kainatta, hiçbir yerde kusur bulamayacak.Demek bir elden çıkmıştır.Bu inanaca TEVİD denir.
EHADiYYET : ALLAH’ın her bir eserindeki birlik tecellisi.Yani nazarımızı umum kainattan bir varlığa çevirseniz yine ALLAH’ın varlığını göre bilirsiniz.Mesela Yûnus Aleyhisselâm’ı yutacak balığı ele alalım.Balığın kalbinin çalışması göz yapısı ve vücudundaki herhangi bir organı ele alınsa muazzam bir ilim müşahede edilecektir.Madem mükemmellikler tesadüflere verilemez öyleyse bu balığın bir sahibi,bir yaratanı olmalıdır.Onu yaratan da ALLAH’tır.Bu şekilde RABBin varlığını bulmaya daEHADiYYET denir.
Sırr-ı Ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf etmesi;balığın denizin ve gökyüzünün Yûnus Aleyhisselâm’ın hayatının kurtulması için üzerlerin düşeni yapmalarına denir.Yani Sırr-ı Ehadiyetle gece ,balık ve denize ayrı hitapta bulunulurken Nur-u tevhidle de birbirinden bağımsız bu üç varlığın Yûnus Aleyhisselâm’ın kurtuluşunda beraber hareket etmeleridir.
Evet Yûnus Aleyhisselâm’ın durumuna göre bizim durumumuz çok daha hassasadır.Bizim GECEMİZ yani sonumuz meçhuldür.Kainatın EfendisiSAV "Ölen bir nefis ölüm anında ALLAHın bir ve benim ALLAH elçisi olduğuma şehadet eder, kalbi de bunu tasdik ederse, ALLAH mutlaka ona mağfiret kılar
." Hadis-i Şerifiyle bize verilen hayat emanetinin geri alınma anının nasıl en güzel olabileceğini anlatıyor. Acaba ömrümüzü hüsn-ü hatimeyle bitirebilecek miyiz.
Acaba dünya meşgaleleriyle hemdem olduğumuz bir anda aniden gelecek ölüm bizi hazırlıksız yakalayabilir mi?İnsanlığın sultanı(sav): "Ölüp de pişman olmayan yoktur, mutlaka herkes nedamet duyar: İyi yolda olan hayrını daha çok artırmadığı için pişman olur, nedamet duyar. Kötü yolda olan da nefsini kötülükten çekip almadığına pişman olur, nedamet duyar." (Tirmizi, Zuhd 59, (2405).Hadis-i Şerifiyle insanın ölmesiyle dünyadaki her şeyin boş olduğunu esas olanın ALLAH’a kulluk olduğunu anlayacağını ifade ediyor.
Ölüm gelmeden RABBe yöneliş çok önemlidir.
Zira PEYGAMBERİMİZ(sav) dünyayı ebedi zannedip ona sımsıkı sarılan kişinin RABBi karşısında düştüğü durumu şöyle anlatır: "Kıyamet günü kul (hesap vermek üzere huzur-u ilahiye) getirilir. ALLAH TEALA Hazretleri:
"Ben sana kulak, göz, mal ve evlat vermedim mi?Hayvanları ve ekimi emrine vermedim mi? Seni bunlara baş olmak, onlardan istifade etmek üzere serbest bırakmadım mi? Acaba, benimle bugünkü Şu karsılaşmanı hiç düşündün mü?" diye soracak. Kul da: "Hayır" diyecek. ALLAH TEALA Hazretleri: "Öyleyse bu gün ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyada) beni unuttuğun gibi!" buyuracak." (Tirmizi, Kiyamet 7, (2430).O gün RABBin unutacaklarının akıbeti malumdur.
Evet dönüşün imkansız olduğu ahiret yolculuğuna hazırlıksız yakalanma ihtimali insan için hep vardır.

Bizim DENİZİMİZ içinde yaşadığımız toplumdur.Bir tarafta sokaklar günah seli olmuş diğer tarafta televizyon insanların en mahrem hallerini serrişte ederek insanları ısrarla günaha teşvik ediyor.Bütün bunların yanında anne babalar da gaflet içinde.Çocuğunun 20-30 sene hayatını rahat yaşaması için maddi-manevi birçok zorluklara katlanan aileler kendilerine emanet olarak verilen yavrularının ebedi hayatlarını hiç düşünmüyorlar.Toplumda hemen herkes sanki ebedi dünyada kalacakmış gibi dünyaya yapışmış durumdalar.Muhakak gelecek ölüm yüzde yüz yaşanacak hesap günü hiç akla getirilmiyor.İnsanlar büyülenmiş gibi dünyanın peşinden koşuyorlar.Elbette herkesin bu melun ortamdan etkilenme tehlikesi var.
Bizim hûtumuz yani BALIĞIMIZ nefsimizdir. Yûnus Aleyhisselâm balığın yutmasıyla ölseydi ne olurdu. Dünyada beş on sene daha yaşamamış olurdu.Zaten sonunda ölüm yine onu yakaladı.Peki onun balığına mukabil bizim nefs-i emaremiz bizi yutarsa.Yani bütün kötü emellerine bizi mahkum ederse.Ebedi hayatımız mahv olacak.Bir çakmağın ateşinden vaveyla eden insan eğer ALLAH’ın emirlerini nefsinin isteklerinden geride tutarsa‘’Onların varacakları yer cehennemdir ve orası ne kötü bir yerdir’’.(Enfal 73) ayetinde ifade edilen cehhennme girecektir.Evet insan nefsinin isteklerine baş kaldıra bilmelidir ki ALLAH’ın rızasını kazanabilsin.
Nefsimiz bize cenneti kazanmada imtihan edilmek için verilmiştir.Tıpkı üniversiteyi kazanmamız için verilen soru kitapçıkları gibi.Eğer biz onu isteklerimize boyun eğdirirse cennete gideriz.
Madem son nefesimizi kelime-i şehadet getirerek vereceğimizi şimdiden bilmek elimizde değil.Madem toplumda bizi günaha sevk eden bütün olumsuzlukları ortadan kaldırmaya muktedir değiliz.Madem nefsimizin istekleri her ne kadar zehirli bir bal gibi bir lezzet verip binler acı verse de bizi aldatma ihtimali var.Elbette her şeyin hakimi ve her şeyin sahibi olan ALLAH’ımızdan bizleri günahlardan koruması için yardım talebinde bulunmalıyız.’’Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız’’(KAF16)
لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ’’ Senden başka ilâh yoktur’’ cümlesiyle istikbalimize yani ölüm anımıza(çünkü her mümin bu sözün son sözü olmasını ister) سُبْحَانَكَ ‘’sen noksanlıklardan münezzehsin’’ kelimesiyle dünyamıza.Yani senin her şeye gücün yeter.Ahiret hayatımızın zararına olan bütün tehlikelerden ancak sen bizi korursan kurtulabiliriz. اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ‘’Şüphesiz ben zulmedenlerden oldum’’ fıkrasıyla nefsimize.Yani ben günah işlemekle rahat ediyormuş gibi görünsem de aslında sonu cehennem olduğu için nefsime zulmetmiş oluyorum.Çünkü burada aldığı cüzi keyif yüzünden ahirette şiddetli azaba maruz kalacak.

Evet istikamet içersinde olabilmek ancak Kuran’ın gösterdiği yoldadır.Unutulmamalıdır ki Nefsimiz bize cenneti kazanmak için bir imtihan unsurudur eğer onun her istediğine uyarak kontrolü nefse verirsek bizi götüreceği yer ateştir. Eğer ALLAH’ın bize verdiği iradeyi kullanarak biz nefsimizi kontrol altına alırsak gideceğimiz yer ebedi mutluluk diyarı olan cennettir.

23 Nisan 2012 Pazartesi

emanet

“ALLAH mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır.” Tevbe Sûresi, 9:111.
Ayet-i Kerimede bizden "kendi işlerimizi ALLAH’ın razı olduğu şekilde görmemiz" isteniyor. Ruhunu, bedenini ve malını ALLAH’ın emri dairesinde kullanan, nefsini ve şeytanı işe karıştırmayan kişi, bunları ALLAH’a satmış demektir.
Kişi, Sevdiğini Allah'a, Emanet Ederse
Manevi ve ruhi hastalıkların büyük bir kısmı iman zaafı ve ibadetlerin eksikliklerinden ortaya çıkıyor. Nasıl maddi beden, gıdasız kalınca hastalanıyor ise, manevi cihaz ve duygularımız da zikirsiz ve ibadetsiz kalınca bir takım manevi hastalıklara ve sıkıntılara sebebiyet veriyor. Bütün manevi hastalıkların ve sıkıntıların reçetesi tahkiki imanı elde etmek ve bunun gereği olan ibadetleri kemali ile ifa etmektir.
insanın hiçbir şeyi yoktur, sahip olduğu her şey ALLAH’ın birer ihsanıdır ve ona emanet olarak verilmişlerdir
Emanet, ancak emaneti verenin rızası istikametinde ve onun tayin ettiği yerlerde kullanılabilir.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”
insanın yaratılış gayesi “ibadet ve marifet”, insan kendisine emanet verilen bütün organlarını ve duygularını bu sahada kullanmakla mükellef tir.
Mesela,
Elin yaratılış hikmeti, her türlü işimizin görülmesine yardımcı olması, bilgilerimizin kaleme alınmasında önemli bir görev üstlenmesi, gerektiğinde de bizi saldırılardan korumasıdır. Bu kıymetli organı, sadece, insanları dövmekte, yaralamakta, öldürmekte kullanan insan, elin yaratılış hikmetine zulmetmiş olur.

Bütün organlarımızı ve ruhumuza takılan her türlü hissiyatı, duyguyu da elimize kıyas edebiliriz. Bunları sadece dünya için, menfaat için, şehvet için kullanan insan, İlâhî hikmete zıt hareket etmiş olur
göz bize bir İlâhî emanettir. Onu helal dairesinde kullandığımız takdirde gözümüzü ALLAH’a satmış oluruz. bu satışın bütün kârı, hem bu dünyada hem de ahirette “saadet” olarak bize verilecektir.
Aklın dairesi, sadece bulunduğu an değildir. Akıl, geçmişi de geleceği de kuşatır.
Akıl, ALLAH hesabına kullanılmaz ise; geçmişteki acı ve hüzünlü hatıraları getirir, önüne atar, gelecekteki muhtemel bela ve sıkıntıları düşündürerek, insanın o anki huzurunu ve rahatını bozar.
İşte günahkar adam, bu sıkıntı ve belaları unutmak için, aklı uyuşturan ve iptal eden geçici sarhoşluğa başvuruyor
Akıl, ALLAH namına kullanılır ise; elem ve acı kaynağı değil bilakis rahmet ve hikmet hazinelerinin birer anahtarı ve keşfedicisi olur; bu da insanı, her iki dünyada aziz ve mutlu yapar.
Akıl, geçmiş ve geleceğe iman nazarı ile baktığında, geçmişin elemi gitmiş lezzeti kalmış, gelecek ise; ALLAH’ın tedbir ve tasarrufunda olduğu için, tevekkül ederek endişe ve korkulardan emin olur ve tam huzuru kazanır.
Tohumlara yahut çekirdeklere bir fiyat takdir edelim. Bunları toprak tezgâhına attığımızda onlardan çıkacak olan mahsullerin ve meyvelerin fiyatı birden bine çıkacaktır.

Bitkilerin yapısında hakim unsurun su olduğu biliniyor. Bu su, ağaç tezgahına girerek meyve olduğunda fiyatı birden bine çıkıyor.

İnsan, tüm varlığıyla bir tohum olduğu gibi, aklı, hafızası, görme ve işitme duyguları da yine birer tohum gibidir. Bunlar, “ubudiyet ve ihlas toprağına atılır, İslâmiyet’le sulanır, iman ziyası” altında büyürlerse her biri cennete lâyık bir kıymet alır.

22 Nisan 2012 Pazar

İyilik ALLAH’ın emridir, kötülük ise nefis ve şeytanın isteğidir.

ALLAH iyilik yapanları sever. (Âl-i İmran, 3:148)
“İki haslet vardır ki, ALLAH onları sever. İki haslet de vardır ki, ALLAH onlardan nefret eder: ALLAH’ın sevdiği iki hasletten biri cömertlik, diğeri ise maddi manevi fedakarlıktır. ALLAHın nefret duyduğu iki haslet ise biri kötü ahlak, diğeri de cimriliktir. ALLAH, bir kulunun hayrını dilerse, onu insanların ihtiyaçlarını gidermede istihdam eder.” (Beyhaki)
İyilik ihsan ve hasene anlamına gelmektedir. İyilik insanların ihtiyaçlarını gidermek demektir.
ALLAH bütün ihtiyaçlarımıza cevap verdiği için ALLAH'ın yaptığı her şey mahza iyiliktir.
Bu nedenle “iyilik ALLAH’tan, kötülük nefistendir.”
Zira iyiliği isteyen, yaratan ve yapan ALLAH’tır. Kötülük ise bizim cahilliğimizden, hakkımızda iyi olanı bilmediğimizden ve hakkımızda kötü olanı ALLAH’tan istediğimizden ve kötülüğe ihtiyarımızla sebep olduğumuzdan kaynaklanmaktadır. Yaratılışta kötülük yoktur; ancak bize bakan yönü ile kötülüğümüze biz sebep olmuşuzdur. ALLAH'a bakan yönde ise iyilik ve kötülük müsavidir.
Zira ALLAH'a göre her şey kulların hayrınadır ve şerler dahi netice itibarıyla hayırdır.
Ancak ALLAH kulların hayrını ve iyiliğini istemekte ve insanlığın hayrına ve iyiliğine çalışanları sevmektedir. Kullarına “RABBim bana dünyada iyilik ve ahirette iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru” şeklinde yalvarmamızı istemektedir.
İnsan için en büyük kötülüğün cehenneme düşmek olduğunu belirtmektedir. Cehennemden kurtuluşu da en büyük iyilik olduğunu haber vermekte, cehenneme insanı götürecek olan amelleri de yasaklamaktadır. İnsanı cennete yaklaştıran her amel iyilik, cehenneme yaklaştıran her amel kötülüktür.
İyilik güzel ahlaktır. Günah da içini rahatsız eden ve başkasının muttali olmasından (öğrenmesinden) korktuğun şeydir. Hadis
HZ PEYGAMBERİMİZ (sav) Hz. Ali’yi çok sevdiğini birkaç defa ifade etmişti. Sahabeler bunun sebebini öğrenmek istediler. “Ya RESULALLAH sav! Neden Hz. Ali’den bu derece sitayişle bahsediyorsunuz?” dediler.
HZ PEYGAMBERİMİZ(sav) sahabelere sordu. “Sizler birisine iyilik yaptığınız halde o size kötülük yapacak olsa ne yaparsınız?” Sahabeler“Yine iyilik yapmaya devam ederiz” dediler.
HZ PEYGAMBERİMİZ (sav) “Ya o kötülüğüne devam ederse?” diyince sahabeler “Biz de kaşlarımızı çatarız” diye cevap verdiler. HZ PEYGAMBERİMİZ (sav) “Ali’yi bana çağırın!” ferman etti. Çağırdılar.
HZ PEYGAMBERİMİZ(sav) Ali’ye sordu: “Ya Ali! Biri sana kötülük yapacak olursa ne yaparsın?” “İyilik yaparım ya RASULALLAHsav!” diye cevap verdi.
HZ PEYGAMBERİMİZ(sav) “Ya o kötülüğüne devam ederse” buyurdu. Hz. Ali (ra) “Ben iyiliğime devam ederim” diye cevap verdi. HZ PEYGAMBERİMİZ (sav) “Size daima kötülük yapan birine neden iyilik yapacaksın, en azından kaşınızı çatmaz mısınız?” buyurdu. Hz. Ali (ra) “Hayır, ya RESULALLAHsav!” diye cevap verdi. “Peki, neden bunu yapıyorsun?” diyince Hz. Ali (ra) “Ya RASULALLAHsav! İyilik ALLAH’ın emridir, kötülük ise nefis ve şeytanın isteğidir. Ben elbette ALLAH’ın emrine uymakla mükellefim!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine HZ PEYGAMBERİMİZ (sav) “Ali gibi genç/fetâ yoktur!” buyurdular.
biz bilmesekde HALIK bilir

SULTANın izni lazımdır.

Hz. PEYGAMBER (s.a.s.): “Sizin için en korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurmuştur. Bunun üzerine Ashap sordu: Ey ALLAH’ın RESLÜ sav! Küçük şirk nedir? Hz. PEYGAMBERsav: “Riya/gösteriştir. Kullar amellerinin karşılığında ceza ve mükâfatlandırılacakları gün gösterişçilere: Dünyada kime gösteriş yaptınızsa onlara gidin, yanlarında bir karşılık bulabilecek misiniz bir bakın?” denilecektir.
İhlas, kelime olarak, samimiyet demektir. Terim olarak ise; yapılan amel ve ibadetlerde sadece ALLAH’ın rızasını gözetmek demektir.

Teveccüh-ü nâs, kulların sevgisine, alkışına, takdirine kapılıp, dünyaya geliş gayesinden sapma hastalığı, kendisi gibi zavallı bir başka insandan medet bekleme gafletidir. Teveccüh-ü nâs, riyanın davetçisi, rızaya giden yolun en büyük engelidir.
İnsanların ilgi ve alakası istenilmez. Ancak ALLAH tarafından verilir.
ALLAH tarafından verilse de bununla övünülmez, yani bak herkes bana ilgi ve alaka duyuyor, diye övünç ve kibir yapılmaz. Şayet ALLAH tarafından verilen bu ilgi ve alaka, kişiyi şımartıp övünmeye sevk ediyor ise, bu kişide samimiyet ve ihlas kayboluyor demektir, yani şımarmaya başlıyor anlamına gelir.

Bu anlamda
insanların ilgi ve alaka göstermesi; bir ödül ya da mükafat değil, tam aksine bir ceza ve mücazattır.
Zira günahlar içinde en büyük günah gösteriş ve kişinin kendi ile kibirlenip övünmesidir.
Bu da insan için hayır değil şer getirir.
ALLAH gösteriş ve kibir ehlini sevmediği gibi, cehennemle de cezalandırır. Öyle ise insanların ALLAH için olmayan ilgi ve alaka göstermesine sevinmekten ziyade üzülmek gerekir.
Neye yaklaşsam, sonu uzaklık ve kırgınlık
Anlaki yok ALLAHtan başka yakınlık .

Günümüzdeki birçok sanatçı ve şarkıcıyı yoldan çıkarıp şöhretin kölesi haline getiren şey, bu
ALLAH için olmayan ilgi ve alakalardır. Bir şarkıcının hayatı tamamen gösteriş ve riya üstüne bina olmuştur. Bu gibi zavallılar hiçbir zaman doğal ve samimi olamazlar. Her hal ve tavırları yapmacık ve gösteriş içindedir. Adeta yürüyen mücessem bir riya gibidirler. ALLAH bizleri ve tüm inananları bu gibi hallerden korusun.(amin)
Evet Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır.
Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez
Evet bir maslahat için SULTANa “müracat eden adam SULTANı” razı etmiş ise, o iş görülür.
Etmemiş ise halkın iltimasıylllaaaaaaa.........
SULTANın izni lazımdır.
İzni de rızasına bağlıdır.