Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define; onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle.
Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin.
CENAB-I HAKK ın mâsivâsına yapılan muhabbet iki çeşit olur.
Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:”
“Bir insan en evvel muhabbetini ALLAH’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla ALLAH’ın sevdiği herşe...yi sever. Ve mahlûkata taksim ettiği muhabbeti, ALLAH’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.”
“İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini ALLAHı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder,
helâkete sebep olur. Şayet ALLAH’a vâsıl olsa da, vüsulü nâkıs olur.”
Meşguliyet değiştirmek, en müessir bir dinlenme aracıdır. Yoğun kitap okumaktan spora geçmek bir dinlenmektir. Sporda belki beden fiziki olarak yorulabilir, ama kafa dinlenir. Aynı ölçü diğer manevi azalarımız içinde geçerlidir.
"Şeytan, evvelâ şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münâfi-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe "Eyvah!" dedirtir, ye'se düşürtür.”
Şeytan insana nefsi vas...ıtasıyla müdahale eder. İblis denen bu şeytanın binlerce yıllık tecrübesi vardır. İndallah masum olan peygamberlerin dahi ayağını kaydırmak için çok çeşitli hilelere başvurmuştur.
Şeytan, bir insanı iğfal etmek için en merkezi nokta olan kalbine, en tehlikeli yol olan küfür ve inkârla müdahale etmek ister. Bunda başarı sağlayamazsa faaliyetini hayalde ve tasavvurda devam ettirmeye çalışır.
Hayale olan müdahalesi ise fikir planında değildir. Ancak, kötü şeyler, çirkin meseleler, sefahete ait konular ve muamelatla ilgili mülevves pis şeyleri hayale ve hatıra getirmeye çalışır. Bununla merkezde başaramadığı mücadelesini hayalde devam ettirmeye çalışır.
Vesvesenin mahiyetini bilemeyen mümin ise hayaldeki bu muameleyi kalbin meselesi imiş gibi değerlendirir. Hayalî şeyleri fikrî zannederek kalbinin bozulduğuna hükmeder, ümitsizliğe düşer, şeytanın oyununa gelmiş olur. Hâlbuki hayaldeki bu vesveseler kasten olmadıktan sonra, bir çağrışımdır, insan ondan mes’ul değildir.Devamını Gör
Şeytan insana nefsi vas...ıtasıyla müdahale eder. İblis denen bu şeytanın binlerce yıllık tecrübesi vardır. İndallah masum olan peygamberlerin dahi ayağını kaydırmak için çok çeşitli hilelere başvurmuştur.
Şeytan, bir insanı iğfal etmek için en merkezi nokta olan kalbine, en tehlikeli yol olan küfür ve inkârla müdahale etmek ister. Bunda başarı sağlayamazsa faaliyetini hayalde ve tasavvurda devam ettirmeye çalışır.
Hayale olan müdahalesi ise fikir planında değildir. Ancak, kötü şeyler, çirkin meseleler, sefahete ait konular ve muamelatla ilgili mülevves pis şeyleri hayale ve hatıra getirmeye çalışır. Bununla merkezde başaramadığı mücadelesini hayalde devam ettirmeye çalışır.
Vesvesenin mahiyetini bilemeyen mümin ise hayaldeki bu muameleyi kalbin meselesi imiş gibi değerlendirir. Hayalî şeyleri fikrî zannederek kalbinin bozulduğuna hükmeder, ümitsizliğe düşer, şeytanın oyununa gelmiş olur. Hâlbuki hayaldeki bu vesveseler kasten olmadıktan sonra, bir çağrışımdır, insan ondan mes’ul değildir.Devamını Gör
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&
Rızık, hayatın hakkıdır. ALLAH neye hayat vermiş ise onun rızkını da veriyor.
REZZAK ancak O’dur.
paranın ve servetin rızık olmadığını da unutmayalım. Parayı biz kazanabiliriz, ama ağaca meyveyi para ile yaptıramayız.
O, ALLAH ’ın askeri...dir ve O’nun ihsanını bize takdim eden bir “tablacı” hükmündedir.
Ağacı bir meyve fabrikası olarak yaratan ve programlayan kim ise, rızkımızı veren de odur.
Fazla para ile büyük gayri menkuller satın alabiliriz, fabrikalar kurup, işyerleri açabiliriz; ama rızkımızı aynı ölçüde artırdığımızı söyleyemeyiz.
Rızık, ALLAH ’ın sonsuz ihsanlarından bizim faydalanabildiğimiz kısımdır.
Aşırı zengin olmalarına rağmen, gerek iş yoğunluğu ve asap bozukluğu, gerekse doktor müdahalesi ve diyetler sebebiyle rızıktan hissesi çok az olan insanlar oldukça fazladır.Devamını Gör
REZZAK ancak O’dur.
paranın ve servetin rızık olmadığını da unutmayalım. Parayı biz kazanabiliriz, ama ağaca meyveyi para ile yaptıramayız.
O, ALLAH ’ın askeri...dir ve O’nun ihsanını bize takdim eden bir “tablacı” hükmündedir.
Ağacı bir meyve fabrikası olarak yaratan ve programlayan kim ise, rızkımızı veren de odur.
Fazla para ile büyük gayri menkuller satın alabiliriz, fabrikalar kurup, işyerleri açabiliriz; ama rızkımızı aynı ölçüde artırdığımızı söyleyemeyiz.
Rızık, ALLAH ’ın sonsuz ihsanlarından bizim faydalanabildiğimiz kısımdır.
Aşırı zengin olmalarına rağmen, gerek iş yoğunluğu ve asap bozukluğu, gerekse doktor müdahalesi ve diyetler sebebiyle rızıktan hissesi çok az olan insanlar oldukça fazladır.Devamını Gör
Evet bugün astronomi ilmi sema dairesinin sayısız hikmet ve gizemlerini çözüp insanlığın nazarına takdim ediyor. Güneşin içindeki bileşimlerden tutun dünyanın milim eğikliğinden mevsimlerin oluşmasına kadar, binlerce sema sırlarını bilimsel... metotlarla ifşa ediyorlar. Sema dairesindeki bütün bu sırlar ve hikmetler HAKİM ve AZİM olan bir Müdebbiri bize gösterip ispat ediyor. Nasıl yer yüzündeki her bir bitki ve hayvan, sayısız hikmet ve maslahat dilleri ile ALLAH’ı bize isimleri ile tanıtıyor ise, aynı şekilde sema dairesi de yıldızlar ve gezegenlerin o harika sistemleri ve kusursuz manevralar dili ile ALLAH’ı bize farklı isimlerle tanıtıyorlar. Yeryüzü dairesinde ALLAH, CEMİL ve RAHMAN isimleri baş aktör iken, sema dairesinde ALLAH’ın azamet ve kibrayaya dair isimleri baş aktördür
Bir kayısı çekirdeği nasıl toprak altında çürüdükten sonra içinden kaysı ağacı çıkıp yeni ve farklı bir hayat formatı şekline dönüşüyor ise, aynı şekilde insanın şu dünyevi bedeni ve cesedi de, aynı kayısı çekirdeği gibi ölümle çürüyüp yeni ve ikinci bir hayata kaynaklık ve çekirdeklik ediyor. İnsan kabre girmekle yok olup gitmiyor, daimi ve ebedi ahiret hayatına yelken açıyor.
Kıskanma duygusunun insanın yaratılışına konulması da namus mefhumunun fıtrî olduğunu ders verir
İnsanın bedeni İlâhî bir sanat olduğu gibi, istidadı ve tabiatı da HAKK’ın tanzim ve takdiriyledir; o da İlâhîdir.
Yalan söylemenin zorluğu, doğru söylemenin ise rahatlığı, yalanın yasak, doğrunun sevap olduğuna fıtratın şehadetidir.
"Her insan İslam'ı kabul edebilecek ve dıştan bir tesire maruz kalmadığı takdirde, adeta kendiliğinden İslam'ı bulacak bir fıtrata sahiptir
Hiçbir insanın gıybet edilmekten hoşlanmaması, insan yaratılışının gıybeti reddetmesi demektir.
"İnsanın yaratılışında iman etme kabiliyeti vardır"
Kâinatta yardımlaşma esastır. Bu esas, görev taksimiyle de yakından ilgilidir. Elementler arası yardımlaşmadan, küreler ve sistemler arasındaki büyük yardımlaşmalara kadar uzanan, insanın organları arasındaki yardımlaşma ile kendini açıkça... gösteren ve insan ruhundaki “akıl, kalp, hafıza ve hisler arası işbirliği” ile en son noktasına varan bir yardımlaşma, bütün varlık âlemini kuşatmış gibidir.
İnsanlar bu çok önemli esası toplum hayatına mal ettikleri ölçüde huzurlu olur, madden ve manen terakki ederler.
İnsanlar bu çok önemli esası toplum hayatına mal ettikleri ölçüde huzurlu olur, madden ve manen terakki ederler.
Kâinatta “tekâmül kanunu” hakimdir. Kâinatın yaratıldığı altı devreden her biri, bir öncekine göre bir tekâmül sergilediği gibi, insanın da ana rahminde geçirdiği devrelerden her biri, bir öncekinden daha mükemmeldir.
(Tekamül :Olgunlaşmak)...
Beden için geçerli olan bu kanun, ruh için de geçerlidir. İnsan daima öğrenir, öğrendikçe terakki eder. “İki günü müsavi olan zarardadır.” hadis-i şerifi bizleri sürekli olarak terakki etmeye ve kâinattaki bu tekâmül yürüyüşüne adım uydurmaya davet eder. Çekirdekler açılıp büyürken, fidanlar ağaç olmaya doğru yürürken, yumurtalar kuş olup uçmaya çabalarken, insanın yerinde sayması fıtrata zıttır.
Örnekler artırılabilir.
İnsan bu kâinatın meyvesi olduğuna göre, bu meyvenin kendi ağacına ters düşmesi, ondan ayrı bir yol takip etmesi fıtrata zıttır ve onu hüsrana götürür.
(Tekamül :Olgunlaşmak)...
Beden için geçerli olan bu kanun, ruh için de geçerlidir. İnsan daima öğrenir, öğrendikçe terakki eder. “İki günü müsavi olan zarardadır.” hadis-i şerifi bizleri sürekli olarak terakki etmeye ve kâinattaki bu tekâmül yürüyüşüne adım uydurmaya davet eder. Çekirdekler açılıp büyürken, fidanlar ağaç olmaya doğru yürürken, yumurtalar kuş olup uçmaya çabalarken, insanın yerinde sayması fıtrata zıttır.
Örnekler artırılabilir.
İnsan bu kâinatın meyvesi olduğuna göre, bu meyvenin kendi ağacına ters düşmesi, ondan ayrı bir yol takip etmesi fıtrata zıttır ve onu hüsrana götürür.
ALLAH korkusu, diğer korkulara benzemez. ALLAH’tan korkan kimsenin şuur altında aldığı lezzet ve zevk söz konusudur. Çünkü, korkular zararları doğuracağı için meydana gelir. Korkuların kaynağı beklenilen zararlardır. Halbuki, ALLAH korkusu,... bizzat zararları defeden bir unsurdur. Çünkü, ALLAH’tan korkan iman şuuruyla bilir ki, kendisinde var olan ALLAH korkusu, kendisini ahiretteki korkulardan kurtaracak, zararları defedecek bir potansiyele sahiptir.
Bu iman şuuru insandaki ALLAH korkusunu ALLAH sevgisine dönüştürür ve tarif edilmez lezzetler verir. Çünkü, bu korkuda, ALLAH’ın rızası var, hoşnutluğu var, affı var, mükâfatı vardır. Bir korkan bin sevinir demektir. Cennet anahtarı olan bir korkuyu kim sevmez ki...!
Bu iman şuuru insandaki ALLAH korkusunu ALLAH sevgisine dönüştürür ve tarif edilmez lezzetler verir. Çünkü, bu korkuda, ALLAH’ın rızası var, hoşnutluğu var, affı var, mükâfatı vardır. Bir korkan bin sevinir demektir. Cennet anahtarı olan bir korkuyu kim sevmez ki...!
ALLAHım
Ben herkesi terk ettigimde
Herkes beni terkettiginde
Ben bile beni terkettigimde
Sen beni terk etme
Ben herkesi terk ettigimde
Herkes beni terkettiginde
Ben bile beni terkettigimde
Sen beni terk etme
Kirli tozlu lekeli bir ayna elbette güneşi çirkin gösterir ama bu çirkinlik güneşe değil aynaya aittir
Şeytan ve nefsinin hedefinde olan hatakar günahkar bir insan islamiyet güneşini güzel yansıtamaması kendine ait çirkinliktir
Şeytan ve nefsinin hedefinde olan hatakar günahkar bir insan islamiyet güneşini güzel yansıtamaması kendine ait çirkinliktir
"Bir kimsenin "İnsanlar helak oldu!" dediğini duyarsanız, bilin ki o, kendisi, herkesten çok helak olandır." (Müslim)
" 'İnsanlar artık helak olmuşlardır.' diyen kimse, insanların ALLAH'ın rahmetine karşı olan ümitlerini kırdığı ve onları ümitsizliğe düşürüp ibâdete karşı olan ilgilerini kestiği için, onları cehenneme sürüklemiş ve helak etmiştir."
" 'İnsanlar artık helak olmuşlardır.' diyen kimse, insanların ALLAH'ın rahmetine karşı olan ümitlerini kırdığı ve onları ümitsizliğe düşürüp ibâdete karşı olan ilgilerini kestiği için, onları cehenneme sürüklemiş ve helak etmiştir."
Yalanın küçüğü büyüğü olmaz. Yalan yalandır. Yalanın pembesi yeşili de olmaz. Küçük küçük söylenen yalanlar, zamanla insanı yalancılığa götürür. Taviz tavizi doğurur. Baştan küçümsenerek söylenen minik yalanlar, insanda alışkanlık haline gelebilir. Neticede de o insan daha büyük yalanlar söylemeye başlar ve ALLAH katında yalancı hükmünü alır
Yılbaşında Çam Ağacı Süsleme Adeti Nereden Geliyor? Yılbaşı günlerinde, evin bir köşesinde, minik bir çam ağacı bulundurmak ve onu süslemek adetinin kökeninin Almanya olduğu ileri sürülür. Almanların cennet ağacı adını verdikleri ve Adem il...e Havvanın gizemli hikayesine dayanarak üzerini elmalarla donattıkları ağaç köknardı. 15. yüzyıldan sonra bu ağaçlara sadece meyve değil ekmek, bisküvi gibi yiyecekler de asılmaya başlanmış, Protestanlığın yayılması ile birlikte bunlara yanan mumlar da eklenmiştir. Adet Avrupaya yayılırken aynı zamanda göçmenler tarafından Amerikaya da taşınmıştır. Aslında ağaçların ruhani törenlerde önemli bir sembol olarak yer alması adeti çok eskilere, Hıristiyanlık öncesi zamanlara, hatta putlara ve doğaya tapınıldığı zamanlardaki Mısır ve Çin uygarlıklarına kadar uzanır. O devirlerde doğanın yeşilliği ve ağaçlar sonsuz hayatın sembolleriydiler. Benzer şekilde Kuzey Avrupa ülkelerinde de yine Hıristiyanlıktan çok daha önceki zamanlarda ağaçlar ruhani bakımdan kutsal kabul ediliyorlardı
İslâm'da teokrasi var mıdır?
CENAB-ı HAKK, Hz. İsa'yı idarî işlerle vazifelendirmemişti. Bu sebeple Hıristiyanlıkta devlet idaresine dair hiçbir hüküm yoktu. Sadece imanî ve ahlakî esaslar bulunuyordu.
Fakat papazlar İncil'de varmış gibi göstererek, iktidarı ellerine almalarını sağlayacak hükümler uydurdular. Bunun için de örflerden ve eski mukaddes kitaplardan sosyal kurallar ve siyasî prensip...ler çıkararak İncil'e ilave ettiler. Yani Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dinde değişiklik yaptılar. Bundan sonra Hıristiyan halkı papazlar idare etmeye başladılar. Böylece “papazlar devleti” ortaya çıktı. İşte bu idare şekli de “teokrasi” olarak isimlendirildi.
Teokrasi idaresi “Ruhbanlara (papazlara) kayıtsız şartsız teslimiyet ve körü körüne taklit” anlayışını getirdi. Daha sonraları ise, “papazların ve ruhani reislerin riyaset ve tahakkümleri (baskıları)” şekline döndü.
Görüldüğü gibi teokrasi, Ortaçağ papazlarının idaresidir. İslâmiyet'te ise böyle bir idare şekli kesinlikle yoktur. Onun tebliğ ettiği devlet ve idare şeklinde istibdadın, zulüm ve baskının eserine bile rastlamak mümkün değildir. İslâm'ın kabul ve tatbik ettiği idarî sistem “cumhuri”dir. Seçimle iş başına getirilen idarî bir heyet ve teşekkül vardır. Asr-ı Saadet bunun en açık misalidir. Yalnız Asr-ı Saadetin “Cumhuriyet” anlayışı, yalnız isim ve resimden ibaret değildi. Hakiki “Dindar Cumhuriyetti”.
Zaten PEYGAMBERiz (asm.) Hz. İsa gibi sadece ahiretle ilgili olan imanî ve ahlakî esasları değil, dünya ve ahiret hayatını beraber tanzim eden imanî, ahlakî ve siyasî hükümleri birden tebliğ buyurmuştur. Bu hususlarda en ince bir noktayı bile bildirmiş, bizzat tatbik ederek de göstermiştir. Dolayısıyla, İslâm'da diğer dinlerde olduğu gibi, din bir baskı unsuru olarak kullanılmamış, insanların her türlü maddi ve manevi saadetine vesile olmuştur.
İslâm tarihi boyunca hiçbir hoca veya hiçbir din alimi, devlet idaresinde hak iddia etmemiştir. Sadece idarecilerin icraatlarının İslâmiyet'e uygun olup olmadığı hususunda görüşlerini bildirmişler, fikirlerini söylemişlerdir.
Ayrıca İslâm'da idarecinin her sözüne kayıtsız şartsız teslim olmak ve onu körü körüne taklit etmek de yoktur. Müslümanlar halifeye hesap sorabilirler, anlamadıkları hususların izahını isteyebilirlerdi. Hz. Ömer'in bu hususta pek çok uygulaması vardır. Müslümanlar idarî bakımdan en üst seviyede olan bu zata, “Hak ve hakikatten ayrılırsan, seni kılıcımızla doğrulturuz.” diye ikazda bulunabilmişlerdir. Hz. Ömer ise bu çeşit ikazlara memnun olmuş, onlara karşı minnettarlığını belirtmiştir.
Bütün bu hususlar teokrasinin İslâmiyet'le yakından uzaktan bir alakasının olmadığını göstermektedir.
CENAB-ı HAKK, Hz. İsa'yı idarî işlerle vazifelendirmemişti. Bu sebeple Hıristiyanlıkta devlet idaresine dair hiçbir hüküm yoktu. Sadece imanî ve ahlakî esaslar bulunuyordu.
Fakat papazlar İncil'de varmış gibi göstererek, iktidarı ellerine almalarını sağlayacak hükümler uydurdular. Bunun için de örflerden ve eski mukaddes kitaplardan sosyal kurallar ve siyasî prensip...ler çıkararak İncil'e ilave ettiler. Yani Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dinde değişiklik yaptılar. Bundan sonra Hıristiyan halkı papazlar idare etmeye başladılar. Böylece “papazlar devleti” ortaya çıktı. İşte bu idare şekli de “teokrasi” olarak isimlendirildi.
Teokrasi idaresi “Ruhbanlara (papazlara) kayıtsız şartsız teslimiyet ve körü körüne taklit” anlayışını getirdi. Daha sonraları ise, “papazların ve ruhani reislerin riyaset ve tahakkümleri (baskıları)” şekline döndü.
Görüldüğü gibi teokrasi, Ortaçağ papazlarının idaresidir. İslâmiyet'te ise böyle bir idare şekli kesinlikle yoktur. Onun tebliğ ettiği devlet ve idare şeklinde istibdadın, zulüm ve baskının eserine bile rastlamak mümkün değildir. İslâm'ın kabul ve tatbik ettiği idarî sistem “cumhuri”dir. Seçimle iş başına getirilen idarî bir heyet ve teşekkül vardır. Asr-ı Saadet bunun en açık misalidir. Yalnız Asr-ı Saadetin “Cumhuriyet” anlayışı, yalnız isim ve resimden ibaret değildi. Hakiki “Dindar Cumhuriyetti”.
Zaten PEYGAMBERiz (asm.) Hz. İsa gibi sadece ahiretle ilgili olan imanî ve ahlakî esasları değil, dünya ve ahiret hayatını beraber tanzim eden imanî, ahlakî ve siyasî hükümleri birden tebliğ buyurmuştur. Bu hususlarda en ince bir noktayı bile bildirmiş, bizzat tatbik ederek de göstermiştir. Dolayısıyla, İslâm'da diğer dinlerde olduğu gibi, din bir baskı unsuru olarak kullanılmamış, insanların her türlü maddi ve manevi saadetine vesile olmuştur.
İslâm tarihi boyunca hiçbir hoca veya hiçbir din alimi, devlet idaresinde hak iddia etmemiştir. Sadece idarecilerin icraatlarının İslâmiyet'e uygun olup olmadığı hususunda görüşlerini bildirmişler, fikirlerini söylemişlerdir.
Ayrıca İslâm'da idarecinin her sözüne kayıtsız şartsız teslim olmak ve onu körü körüne taklit etmek de yoktur. Müslümanlar halifeye hesap sorabilirler, anlamadıkları hususların izahını isteyebilirlerdi. Hz. Ömer'in bu hususta pek çok uygulaması vardır. Müslümanlar idarî bakımdan en üst seviyede olan bu zata, “Hak ve hakikatten ayrılırsan, seni kılıcımızla doğrulturuz.” diye ikazda bulunabilmişlerdir. Hz. Ömer ise bu çeşit ikazlara memnun olmuş, onlara karşı minnettarlığını belirtmiştir.
Bütün bu hususlar teokrasinin İslâmiyet'le yakından uzaktan bir alakasının olmadığını göstermektedir.
ALLAH ım
(gerek siyasette olsun veya olmasın)her alanda YÜCE KUR'AN ı yüceltenleri yücelt ve
Karşılaştıgımız hadiselere hayırlara tebdil eyle
Müslümanlara dirlik birlik nasip eyle
Münafıklara fırsat verme
Amin amin amin
ALLAHım
Senin hilen bütün hileleri mahveder
Senin tuzagın bütün tuzakları etkisiz kılar
Senin kudretin herşeye galip gelir
Sana sığınıyorum
Bir defasında havariler Hz. İsa’ya muhlis hakkında soru sorarlar, bununu üzerine İsâ (a.s), “Muhlis, öyle bir kişidir ki ALLAH için amel eder, ancak insanların onu övmesini sevmez, arzulamaz.” diye cevap verir.
“İhlâs, kul ile ALLAH arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki sevap yazsın. Şeytan ona muttali olamaz ki ifsad etsin. Hevâ ve heves onu fark edemez ki kendisine meylettirsin.”
Dünya bir köprüdür hemen geçin, yalnız tamiri ile uğraşmayın, yolunuza devam edin!
Bir çiçek nasıl ki ALLAH’ın güzel isimlerini kendinde okutturuyor ve sıfatlarına bir ayna oluyorsa, aynen öylede, kâinat dahi böyle bir çiçektir. Kıymetini ve manasını, dayanağı olan Esma-ül Hüsna’dan alır.
" Elinden geliyorsa kimseyi üzme. Bırak, onlar seni üzsün. Çünkü acının sonu vardır, ama pişmanlık hep kalır. "
RABBİM senin yolunda tamamlamamız gereken çalışmaları tamamlayıncağa kadar bize hayırlı ömür sonrada gönül huzuruylada sevinerek sana dönmeyi nasip et amin
Ayağını sıcak tut, başını serin, gönlünü ferah tut düşünme derin derin.
Korkak insan, hayâl, vehim ve zanların esiri olup her şeyden korkar, vesveseye kapılır. Aklında çeşitli senaryolar kurarak olmayan şeylerden dolayı telaşa kapılır. Böylece korkuyu yanlış yerde kullanmış olur
Seher vakitlerinde CENAB-ı HAKK’a yapılan bütün duaların özünde; kulun kendi âcziyetini, fakrını, tahammülsüzlüğünü, zayıflığını, sabırsızlığını ve yalnızlığını CENAB-ı MEVLA’ya arz etmesi ve onu bekleyen gündeki meşakkatli vazifeler ve zor işler için CENAB-ı HAKK’tan yardım dilemesi vardır. Bu dua ve niyaz, kulun fıtratının bir neticesidir. O hâlde kim kendini keşfedebilirse, seher vakitlerinin bülbülü ve gülü olur.
ALLAH her gün bize 24 saatlik ya da 86 bin 400 saniyelik bir çek veriyor
Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ve çekini ona sarf ediyorsun?
*Evet, ALLAH, yolunda yürüyenleri hiçbir zaman yol mağduru etmemiştir. (Sen yeter ki ALLAH yolunda ol!..) Kuyunun dibine düşmüşsün.. Yusuf’laşmışsın.. en ummadığın ve hiç keşfedemediğin şekilde birden bire bakarsın salınıverir bir kova.. sa...rkıverir bir güçlü ip, hablülmetin.. tutuverir çıkarsın. Üç beş kardeşin gadrine, hasedine, çekememezliğine uğrarsın; fakat, bir miktar seyr ü sülûk-i ruhanîden sonra adeta bir yere melik olursun.
“ALLAH’a yemin olsun ki, âhirete göre dünya, ancak sizden birinin parmağını denize daldırması gibidir. Baksın bakalım kendisine ne dönecek? Parmağı denizden ne getirebilecek?”HADİS
Ebedî saadet bir derya. Dünya lezzetleri ise parmağı ıslatan su... Bu ıslaklıkta boğulmayan, hafif bir nemde sırılsıklam olmayanlar deryayı buluyorlar. Fâniye aldanmayanlar bâkiye eriyorlar.
Çağımız, dünya tarihinde emsâli görülmemiş bir dönem yaşıyor. Belki bin yılda meydana gelen olaylar bir günde olup bitiyor. Asrımızın çekici fitneleri, tuzakları, imtihan sebepleri o kadar fazla ki, gençlerimizin çok uyanık ve şuurlu olmaları gerekiyor.
hayalin gayesi olan o ebedî saadet yoluna girmeyen, onu unutan (nisyan) yahut bildiği halde dünya zevklerinin hatırı için onu unutur görünen, unutmuş gibi davranan (tenasi) bir insanın aklı ve fikri, sadece kendi enesini yani kendi nefsini ...düşünür, onun menfaatini gözetir, onun tatminine çabalar, onun zevkini esas alır.
Halbuki her akıl bilir ki, kalem kendi için yazmadığı, göz kendi yolunu görmediği, ağaç kendisine meyve hazırlamadığı, ayak kendi işine koşmadığı gibi, bu insan da kendi için olamaz. O da bir gaye için yaratılmıştır ve bir yere yolcudur
Halbuki her akıl bilir ki, kalem kendi için yazmadığı, göz kendi yolunu görmediği, ağaç kendisine meyve hazırlamadığı, ayak kendi işine koşmadığı gibi, bu insan da kendi için olamaz. O da bir gaye için yaratılmıştır ve bir yere yolcudur
RABBİMMM herşeyimmmh Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim.
Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim.
Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim.
Ama senden başka kimse duymayacak.
Kimse anlamayacak.
Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim.
Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim.
Ama senden başka kimse duymayacak.
Kimse anlamayacak.
RESÜLULLAH (s.a.a): "Günahların küçüklüğüne değil, kimin emrine karşı geldiğinize bakın!"
İnsanı gaflete düşüren en önemli sebeplerden birisi de insanın hissi yanılgısıdır. Bu yanılgıların başında da insanın bu fani dünyayı ebedi olarak algılamasıdır. İnsanı bu noktada yanıltan en önemli faktörlerden birisi, dünyanın demirbaşı h...ükmünde olan eşyanın bir derece sabit ve devamlı olmasıdır. İnsan etrafına bakıyor; dağlar, ovalar, nehirler, güneş gibi unsurlar milyonlarca yıldır aynı ve değişmiyorlar. Nefiste de muhakemeden çok hissiyat galip olduğu için, bu etrafındaki sabitlik ve devamlılığı kendi üstüne alıp, kendinin de devamlı ve sabit olduğu ahmaklığına hükmediyor. Yalnız bütün eşyanın ölümü olan kıyametten korkuyor. Halbuki kendi kıyameti yanı başında onu gözlüyor. Güya kıyamet vaktine erişecekmiş gibi kıyametten korkup ürküyor. Bu, nefsin önemli bir manevi hastalığıdır. İnsanları dalalet ve gaflete iten en önemli faktör bu hissi yanılgıdır.
En yüksek bir haslet(karakter)ihlastadır
Ego nu besleyerek karakterini aç bırakma
Ego nu besleyerek karakterini aç bırakma
Doğum kanunu kimin elinde ise, bizi bu dünyaya O getirdi ve ölüm kanunuyla da bizi ukbaya o göçürecek. Bu kısa dünya yolculuğunda yolcularla oyalanmak, onların takdirlerini kazanmak bize ne fayda verebilir!?..
Sırayla ayrılacağız bu düny...adan ve geride bıraktıklarımız bizi kısa bir süre sonra unutacaklar.
Nerede bir asır öncesinin alkış toplayanları ve onları alkışlayanlar?
Nerede o hükümdarlar ve onlar için kasideler yazan, övgüler yağdıran şairler? Nerede o büyük zenginler ve onların eline bakan fakirler?
Bir asır sonra da biz mazi olacağız ve bir sonraki nesil aynı soruları kendi asırlarının insanlarına soracaklar. Ve derken bir gün, her nefis gibi dünya da ölümü tadacak. Arkasından mahşer ve hesap meydanı. Kişinin en sevdiğinin bile yüzüne bakamadığı o dehşetli meydanda kimden medet beklenilecekse, bugün O’nun dergahına sığınmak gerek.
Sırayla ayrılacağız bu düny...adan ve geride bıraktıklarımız bizi kısa bir süre sonra unutacaklar.
Nerede bir asır öncesinin alkış toplayanları ve onları alkışlayanlar?
Nerede o hükümdarlar ve onlar için kasideler yazan, övgüler yağdıran şairler? Nerede o büyük zenginler ve onların eline bakan fakirler?
Bir asır sonra da biz mazi olacağız ve bir sonraki nesil aynı soruları kendi asırlarının insanlarına soracaklar. Ve derken bir gün, her nefis gibi dünya da ölümü tadacak. Arkasından mahşer ve hesap meydanı. Kişinin en sevdiğinin bile yüzüne bakamadığı o dehşetli meydanda kimden medet beklenilecekse, bugün O’nun dergahına sığınmak gerek.
Teveccüh-ü nas, kendi gibi zavallı bir başka insandan medet bekleme gafletidir…
Uslu çocuk desinler diye her zaman bir şeker alırdım şekerlikten, öncesinde annemin gözlerinin içine bakıp onay mesajını aldıktan sonra. Temiz çocuk desinler diye her zaman beyaz giydirirdi annem. Saçlarımı da sımsıkı toplar en beyazından kurdele takardı. Kendisine iyi anne, bana da örnek öğrenci desinler diye. Örnek gösterilirdim gösterilmesine ama çocukluk hayatım boyunca şımarık demesinler diye... kim bilir ne çok şeyi içimde ukde bıraka bıraka yapmamışımdır. Bu tabi ki bir şikayet değil bir saptama yalnızca.
Bugün insan olarak hep bir şeyleri refere alıyoruz ve bazı şeylere gereğinden fazla önem verdiğimiz için de birçok şeyi bozuyoruz, kaçırıyoruz. Acı çekip, acı çektiriyoruz. Kendimiz olamıyoruz çoğu kere. Otantik var oluşumuzu gerçekleştiremiyor, fiziksel görünümü muntazam ama psikolojik yapılanması bir hayli bozulmuş varlıklara dönüşüyoruz.
Anneler çocuklarının adına onların yetiştiremediği ödevleri yapıyor çocuk düşük not almasın diye. Evde misafir öncesi terör estiriyor bir başkası, ne kadar düzenli becerikli desinler diye.
Ne kadar uyumlu giyiniyorsun desinler diye ömrünün büyük kısmını mağazalarda renkleri birbirine uydurmaya çalışıyor bir diğeri… Ömrü mutfakta “en ince dolmaları saran” olmak için geçiyor bir başkasının…
İstediği bölümü seçemiyor, seçtirilmiyor bir diğeri… Doktor desinler, mühendis desinler diye… Doktor oluyor ama mutlu olamıyor mesela. Ne kendine, ne hastasına hayrı dokunmuyor sonra da… Ama diğerleri memnun oluyorlar ve oğlum doktor oldu diyebiliyorlar. Mahalleli de durumdan payını alıyor…
Derse girdi desinler diye derse girmek, dinliyor görünmek için dinliyormuş gibi rol kesmek… Diploma aldı diye her türlü meşru olmayan yolla diploma sahibi olmaya çalışmak, yoklamada var görünmek için yerine imza attırmak…
“Çeyizi ne çoktu” desinler diye göz nurunu, gençliğini, kanaviçeler, danteller arasında harcıyor bir diğeri… Sonrasında belki de hiç kullanmayacağı düzinelerce havlu ve çetik yapıyor, desinler diye… Annesi, babasından gizli gizli tencere-tabak taşıyor eve, “kızının çeyizi ne güzeldi” desinler diye… Birçok yalan karışıyor, bazen gözyaşı… Ama olsun mahalleli memnun…
Bir adam kendine kılıbık demesinler diye kahveye alışıyor. Bir genç kendisine “çocuk” demesinler diye ilk sigarasını yakıyor. Bir genç kız “erkek arkadaşı yok” demesinler diye gelen ilk teklife evet diyebiliyor. Bir kadın dul demesinler diye her gün dayak yediği adama katlanabiliyor. Enayi demesinler diye bir başkası diğerini aldatabiliyor…
“Düğünü ne şaşaalıydı” desinler diye bir yığın borcun altına girip beş yıl sürünenler, “evi var” desinler diye bankalardan kredi alanlar, sonrada icralık olanlar,“gelinliği son modeldi” desinler diye öncelikli ihtiyaçlardan kısıp bir defa giyilecek gelinliğe para saçanlar… Daha neler neler…
Evlenemedi evde kaldı demesinler diye evlenmek, ucuza gitti demesinler diye bir ömür zengin koca veya güzel kadın beklemek… Ne yaparsanız yapın sonuçta insanlar bir şey diyecekler..
Eminim ki her birimiz bu örneklerden en az birine kendimizi yakın hissetmişizdir. Peki, bu neden böyle? İnsanın ömrü aman demesinler ya da desinler arsında mekik dokuyarak geçip gidiyor? İnsan neden diğerlerinin ne düşündüğünü bu kadar çok önemsiyor ve kendine rağmen böyle davranabiliyor…
Sosyal etkilenme ve etkileme, insanın bir özelliği olarak fıtratında var. Ama her şeyde olduğu gibi, denge kaçtığında, tek hedef toplumsal beklentiler olduğunda amaçlar ve araçlar birbirine karışıyor. İnsan tek başına olamayan bir varlık. Kendi hayatına şahitler arıyor. Beğenilmek onaylanmak istiyor. İşte tam da bu noktada, toplumun onayı kendi beklentisine uygun olan koşullu bir onay olduğu için çoğu kere kişi kendi için iyi olanı seçmek yerine toplumsal beklentiye uygun olanı seçebiliyor.
Kendi içinde uyumu yakalayamadığı için de bir süre sonra mutsuzluk ve hayal kırıklıkları doğmaya başlıyor. Çünkü “başkası iyi desin” diye yapmak, yapılan şeyi bizim için iyi yapmaya yetmiyor. Kendi gerçekliğinden hareket etmeden, sırf “desinler” diye yapmak işin mahiyetini de bozuyor. Kişiler memnun olamıyorlar.
İşin doğrusu, sosyal bir geçeklik içinde yaşadığımızı bilerek ama kendi gerçekliğimizden hareketle hayatımıza bir yön vermek. Referans noktasını toplumsal yapının belirlemesiyle değil, ilahi olanın ölçüleriyle belirleyerek karar vermek… Yoksa insanlar bugün bunu der, yarın bir başkasını.
Desinler diye diye yaşamanın faturası ağır. İnsan kendisine verilmiş olan özgürlüğün kıymetini bilmeli ve desinler diye değil doğru olduğunu düşündüğü için yapmalı her ne yapıyorsa vesselam…
NAZLI ÖZBURUN
Evlilik ve Aile Danışmanı – SosyologDevamını Gör
Bugün insan olarak hep bir şeyleri refere alıyoruz ve bazı şeylere gereğinden fazla önem verdiğimiz için de birçok şeyi bozuyoruz, kaçırıyoruz. Acı çekip, acı çektiriyoruz. Kendimiz olamıyoruz çoğu kere. Otantik var oluşumuzu gerçekleştiremiyor, fiziksel görünümü muntazam ama psikolojik yapılanması bir hayli bozulmuş varlıklara dönüşüyoruz.
Anneler çocuklarının adına onların yetiştiremediği ödevleri yapıyor çocuk düşük not almasın diye. Evde misafir öncesi terör estiriyor bir başkası, ne kadar düzenli becerikli desinler diye.
Ne kadar uyumlu giyiniyorsun desinler diye ömrünün büyük kısmını mağazalarda renkleri birbirine uydurmaya çalışıyor bir diğeri… Ömrü mutfakta “en ince dolmaları saran” olmak için geçiyor bir başkasının…
İstediği bölümü seçemiyor, seçtirilmiyor bir diğeri… Doktor desinler, mühendis desinler diye… Doktor oluyor ama mutlu olamıyor mesela. Ne kendine, ne hastasına hayrı dokunmuyor sonra da… Ama diğerleri memnun oluyorlar ve oğlum doktor oldu diyebiliyorlar. Mahalleli de durumdan payını alıyor…
Derse girdi desinler diye derse girmek, dinliyor görünmek için dinliyormuş gibi rol kesmek… Diploma aldı diye her türlü meşru olmayan yolla diploma sahibi olmaya çalışmak, yoklamada var görünmek için yerine imza attırmak…
“Çeyizi ne çoktu” desinler diye göz nurunu, gençliğini, kanaviçeler, danteller arasında harcıyor bir diğeri… Sonrasında belki de hiç kullanmayacağı düzinelerce havlu ve çetik yapıyor, desinler diye… Annesi, babasından gizli gizli tencere-tabak taşıyor eve, “kızının çeyizi ne güzeldi” desinler diye… Birçok yalan karışıyor, bazen gözyaşı… Ama olsun mahalleli memnun…
Bir adam kendine kılıbık demesinler diye kahveye alışıyor. Bir genç kendisine “çocuk” demesinler diye ilk sigarasını yakıyor. Bir genç kız “erkek arkadaşı yok” demesinler diye gelen ilk teklife evet diyebiliyor. Bir kadın dul demesinler diye her gün dayak yediği adama katlanabiliyor. Enayi demesinler diye bir başkası diğerini aldatabiliyor…
“Düğünü ne şaşaalıydı” desinler diye bir yığın borcun altına girip beş yıl sürünenler, “evi var” desinler diye bankalardan kredi alanlar, sonrada icralık olanlar,“gelinliği son modeldi” desinler diye öncelikli ihtiyaçlardan kısıp bir defa giyilecek gelinliğe para saçanlar… Daha neler neler…
Evlenemedi evde kaldı demesinler diye evlenmek, ucuza gitti demesinler diye bir ömür zengin koca veya güzel kadın beklemek… Ne yaparsanız yapın sonuçta insanlar bir şey diyecekler..
Eminim ki her birimiz bu örneklerden en az birine kendimizi yakın hissetmişizdir. Peki, bu neden böyle? İnsanın ömrü aman demesinler ya da desinler arsında mekik dokuyarak geçip gidiyor? İnsan neden diğerlerinin ne düşündüğünü bu kadar çok önemsiyor ve kendine rağmen böyle davranabiliyor…
Sosyal etkilenme ve etkileme, insanın bir özelliği olarak fıtratında var. Ama her şeyde olduğu gibi, denge kaçtığında, tek hedef toplumsal beklentiler olduğunda amaçlar ve araçlar birbirine karışıyor. İnsan tek başına olamayan bir varlık. Kendi hayatına şahitler arıyor. Beğenilmek onaylanmak istiyor. İşte tam da bu noktada, toplumun onayı kendi beklentisine uygun olan koşullu bir onay olduğu için çoğu kere kişi kendi için iyi olanı seçmek yerine toplumsal beklentiye uygun olanı seçebiliyor.
Kendi içinde uyumu yakalayamadığı için de bir süre sonra mutsuzluk ve hayal kırıklıkları doğmaya başlıyor. Çünkü “başkası iyi desin” diye yapmak, yapılan şeyi bizim için iyi yapmaya yetmiyor. Kendi gerçekliğinden hareket etmeden, sırf “desinler” diye yapmak işin mahiyetini de bozuyor. Kişiler memnun olamıyorlar.
İşin doğrusu, sosyal bir geçeklik içinde yaşadığımızı bilerek ama kendi gerçekliğimizden hareketle hayatımıza bir yön vermek. Referans noktasını toplumsal yapının belirlemesiyle değil, ilahi olanın ölçüleriyle belirleyerek karar vermek… Yoksa insanlar bugün bunu der, yarın bir başkasını.
Desinler diye diye yaşamanın faturası ağır. İnsan kendisine verilmiş olan özgürlüğün kıymetini bilmeli ve desinler diye değil doğru olduğunu düşündüğü için yapmalı her ne yapıyorsa vesselam…
NAZLI ÖZBURUN
Evlilik ve Aile Danışmanı – SosyologDevamını Gör
ALLAH bu dünyayı imtihan formatında yarattığı için, asi ve zalimlere bu dünyada mühlet veriyor. Bu mühlet vermesi onlara göz yumması ya da onlardan haberdar olmamasından dolayı değil, imtihandan edilmelerinden dolayıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder