“Şeffaf parlak bir zerrecik, bizzat kendi başıyla kalsa bir kibrit başı kadar bir nur içinde yerleşmez. Fakat o zerrecik, Güneşe intisap edip ona karşı gözünü açıp baksa; o vakit o koca Güneşi ziyasıyla, elvan-ı seb’asıyla, hararetiyle hattâ mesafesiyle içine alabilir.” (Mektûbat)
Burada bir fiil, bir de infial ciheti var. Fiil ciheti, aynanın kendiliğinden parlaması, ışık saçması. Bu cihetle ayna, ışığın ve parıltının zerresine bile sahip değildir. Ama fiili kabul etme cihetiyle güneşin ışığını içine alabilmekte, onunla parlamakta, onunla güzelleşmektedir. Bu ayna şuurlu olsa, kendisindeki bu güzelliğin, bu kemalin hep güneşten olduğunu ilân eder ve nefsini değil güneşi metheder. Yoksa o ışığı ve parlaklığı kendine mâl ederek gururlansa, mânen çok aşağılara düşer ve akşamın gelmesiyle de karanlıklar içinde perişan olur.
Dikkatimizi çeken bir başka nokta: “Mesafesiyle içine alma.”
Burada bir fiil, bir de infial ciheti var. Fiil ciheti, aynanın kendiliğinden parlaması, ışık saçması. Bu cihetle ayna, ışığın ve parıltının zerresine bile sahip değildir. Ama fiili kabul etme cihetiyle güneşin ışığını içine alabilmekte, onunla parlamakta, onunla güzelleşmektedir. Bu ayna şuurlu olsa, kendisindeki bu güzelliğin, bu kemalin hep güneşten olduğunu ilân eder ve nefsini değil güneşi metheder. Yoksa o ışığı ve parlaklığı kendine mâl ederek gururlansa, mânen çok aşağılara düşer ve akşamın gelmesiyle de karanlıklar içinde perişan olur.
Dikkatimizi çeken bir başka nokta: “Mesafesiyle içine alma.”
Aynanın kalınlığı birkaç milimetre olduğu halde, kendini güneşe karşı tuttuğu anda, bir derinlik kazanıyor ve yüz elli milyon kilometrelik bir mesafeyi içine alabiliyor. Şimdi bu ayna, “Ben yüz elli milyon kilometreyim.” dese maskara olur; zira onun kaç milimetre olduğu herkesin malûmudur. Onda teşekkül eden derinlik, infial cihetiyledir.
***
Ayna kendisini iki metre ilerideki bir duvara karşı tutsa, onda iki metrelik bir mesafe teşekkül eder. Yüz metre ötedeki bir dağa karşı tutsa, içindeki mesafe yüz metre olur.
Hepimiz o ayna gibiyiz. Aklımızı, kalbimizi, hayalimizi neye karşı tutsak, değerimiz de, derinliğimiz de, kıymetimiz de ona göre oluyor. Bu sırrı çok iyi bilen ve en ileri seviyede yakalayan büyük insanlar, kalplerini ancak RABBlerine mahsus kılmışlar, akıllarıyla kâinattaki hikmetleri tefekkür etmişler ve hayalleri ancak ebedî saadet olmuş. Böylece yücelmiş, enginleşmiş ve derinleşmişler.
Biz fiil cihetimizle övünmeyi bir tarafa bırakıp infial cihetimize bakmalı, bizde icra edilen İlâhî fiilleri, bize yapılan ihsan ve ikramları tefekkür etmeliyiz.
“Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren HâLIK-ı ZÜLCELAL sana iştihalı bir mide verdiğinden,
REZZAKismiyle, bütün mat’umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur.” (Sözler)
Mahlukata verilen vücut mertebeleri “hayr-ı mahz”, yani sırf hayırdır. İnsan bu vücut mertebelerinden en mükemmeline mazhar olmuştur. Çünkü o, varlık nimetiyle birlikte, hayat ve hayvaniyete ve bunların ötesinde akıl nimetine kavuşmuştur. İnsan bu nimetlere kendi iradesi ve kudretiyle değil sırf bir İlahi ihsan olarak erişmiş bulunmaktadır. Kavuştuğu her vücut mertebesinde o mertebeye münasip sofralar onun önüne konmuştur.
Mahlukata verilen vücut mertebeleri “hayr-ı mahz”, yani sırf hayırdır. İnsan bu vücut mertebelerinden en mükemmeline mazhar olmuştur. Çünkü o, varlık nimetiyle birlikte, hayat ve hayvaniyete ve bunların ötesinde akıl nimetine kavuşmuştur. İnsan bu nimetlere kendi iradesi ve kudretiyle değil sırf bir İlahi ihsan olarak erişmiş bulunmaktadır. Kavuştuğu her vücut mertebesinde o mertebeye münasip sofralar onun önüne konmuştur.
Bütün bu nimetlere karşı külli bir şükürle mükelleftir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder