31 Ağustos 2012 Cuma

sabrı tavsiye et kuraldışı ol :)

Birkardeşim müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu.
Yanına gittim.
naber dostum nasılsın dedim
Bana dedi: “Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikâyet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim:..
“Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu(Sevinçli) yüz gün hükmündedir.
Ve herbir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekvâ değil, şükretmek gerektir.
Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; RABBin olan RAHMâNÜ’R-RAHİMİN rahmetine itimad edip,
dövülmeden ağlama,
hiçten korkma,
ademe vücut rengi verme.
dedim
sonra bak kardeşim yanlız bu saati düşün.
Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir.
Divane bir kumandan gibi yapma ki,
iki düşman ordu karşı karşıya geldiği zaman, ordunun başındaki divane komutan ordusunu savaş durumuna getirir.
Ordusunun nerde ve ne şekilde duracağını ayarlar. Ordusunu düşmanın vaziyetine göre şekillendirmek yerine, ya düşman şuradan buradan saldırır endişesiyle oralara birlik gönderirse ordunun ana karargahı ve merkezi zayıflar.
Mesela
düşman ordusu birliklerini tek merkezde toplamış, saldırmak için beklediği bir anda, karşı komutan sağ ve sol yönlerden saldırma imkanı var diye ordusunu üçe bölüp sağ ve sol taraflara birliklerini dağıtsa, ordunun merkezi zayıf düşecek
düşmanda
anime crush kiba young naruto fai zoro sanji
bunu anlayıp zayıf olan merkeze saldırıp savaşı kazanacak.
Bu komutan vehimler üzerine değil de bilimsel veriler ve askeri sanat üzerine hareket etse idi, merkezi zayıf bırakmaz ve savaşı da kaybetmez idi.
İşte insan sabır ve metanet ordusunu yani kuvvetini geçmiş ve gelecek zamanlara harcayıp tüketse, şimdiki zamana mecali ve kuvveti kalmaz.
sen bunun gibi yapma.
Bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid(Topla)et.
dedim
oda oh
ALLAH senden razı olsun
dedi

tatlı ve cazip iksir

Kerim ve cömert olan zengin bir zat,
muhtaç ve miskin bir adama ihsan ve ikramda bulunsa,
muhtaç ve miskin olan o adam da bu ihsan ve ikrama karşı minnet ve şükranlarını
tatlı ve o zengin zatın hoşuna gidecek bir şekilde ifade etse,
o zengin zat ona ihsan ve ikramını ziyadeleştirir.
Aynı adam o zengin zata, bu ne biçim ihsan ve ikram, neden diğer muhtaçlara şu kadar veriyorsun da bana bu kadar ihsanda bulunuyorsun,
dese ve sürekli sızlanıp şükür yerine şikayette bulunsa,
elbette o zengin zat bu fakir adama karşı hiddetlenecektir.
Çünkü ona ihsan ve ikramda bulunmaya mecbur değil ve onun da hakkı değil ki
şikayete hakkı olsun.
İşte şükreden kul ile şikayet içinde bulunan kulun hali bu misaldeki gibidir
Şükür, ALLAH’ın ihsan ve ikramını celp eden tatlı ve cazip bir iksir iken;
şikayet, ihsan ve ikramı meneden acı ve terbiyesiz bir isyan halidir.
İnsan şükürle ALLAH’ın rahmet ve ihsanını kendi üstüne çeker;
şikayet ve şekva ile de musibeti ve belaları üstüne çeker
ve şefkati kendi üstünden uzaklaştırır.
İnsan ALLAH’a karşı ne kadar aczini ve fakrını anlar ve bu idrak ile iltica ederse, ALLAH da insana o kadar merhamet ve şefkat ile muamele eder.
Acizlik ve fakirliğimizi idrak etmemiz şükrün anahtarı, şükür ise ihsan ve ikramın anahtarıdır.

30 Ağustos 2012 Perşembe

başarıya ulaşmak için asıl rahmeti elde et

Herşeye ulaşmada güç ve kuvvet ancak büyük ve yüce olan ALLAH'tandır.
Bir askerin yapabilecekleriyle bir kumandanın yapacakları bir degildir kumandan bütün orduya emirleriyle hükmeder ama asker yanlız emir alır
ve yanlız kumandanın emirlerini yapar
öyleyse kumandan varken askerden istenilmez asıl kumandan gidip istemek gerekir
her şeyin tedbir ve dizgini ALLAH’ın elinde olduğuna göre;
zarar ve menfaat de onun elindedir.
ALLAH birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül(alçalma, kendisini küçük düşürme) edip minnet çekme.
Onlara temelluk(dalkavukluk) edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme.
Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Herşeyin anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle halledilir.

ALLAHım her kuvvet her kudret ancak seninle kaimdir.
sana sığınıyorum

İbrahim’in (as) davranış biçimi olan Şefkat veeeeee tefekkür

“Tefekkür gibi ibadet yoktur”
İnsanların varlıkların yaratılış amaçlarını ve yaratılmasındaki hikmetleri ve sırları araştırmalarına “tefekkür” denir.
İbrahim’in (as) davranış biçimi olan Şefkat veeeeee tefekkür
İnsanın yaratılış amacı ALLAH’a iman ve ibadet olunca ALLAH kendisini gizleyerek eserlerini ve sanatını ortaya çıkarmış ve akıllı şuurlu varlıkların bu eserlere bakarak eser sahibi zatı daha iyi tanımalarını istemiştir.
Gözlerinizi ibadetten nasiplendirin
“Bunu nasıl yapacağız ya RESULALLAH(sav)?”
“ALLAH’ın yeryüzündeki ayetlerine bakarak ve onlar üzerinde tefekkür ederek”
Bilim dünyası, özellikle okyanuslarda bulunan ve deniz suyuna parlak mavi bir görünüm kazandıran mikroskobik bitkilerin saçtığı biyolojik ışığın nasıl oluştuğunu çözdü
Bilim,Fen Bilimleri,Doğa Bilimleri
Fitoplankton (fotosentez yapabilen tek hücreli canlı) olarak bilinen bu mikroskobik bitkiler arasında özellikle dinoflagella (mikrofosil) türlerinin biyolojik ışık saçtığı daha önce biliniyordu
Bilim,Fen Bilimleri,Doğa Bilimleri
Harvard Üniversitesinden Woodland Hastings liderliğindeki bir ekip, dinoflagellaların hücre zarındaki özel bir kanalın elektriksel uyarılara yanıt verdiğini ortaya çıkardı.
Bilim,Fen Bilimleri,Doğa Bilimleri

Bu elektrik sinyalleri, voltaj değişikliğine hassasiyet gösteren proton kanallarını açıyor, bir dizi kimyasal tepkimeyi tetikliyor. Bu da neon mavisi ışığı üreten lusiferaz (enzim) proteinini harekete geçiriyor.
Bilim,Fen Bilimleri,Doğa Bilimleri
“Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır”hadis

29 Ağustos 2012 Çarşamba

durum bu

Kainattaki her bir mahluk mutlak bir zayıflık içinde yaratılmıştır.
Mesela bir elma ağacının elmayı verebilmesi için elmanın gelişip olgunlaşmasında gerekli olan bütün sebeplere hükmetmesi gerekir. Mesela elmanın kızarabilmesi için güneşi en az üç ay onun tepesinde tutabilmesi gerekir. Halbuki elma ağacı gayet zayıftır, ama bu zayıflığı perdesinde ALLAH’ın sonsuz kudret ve kuvveti yıldız gibi parlıyor.
Aynı şekilde mahlukat ve mevcudat mutlak bir fakirlik ve kuruluk içindedir.
Mesela karpuz ve kavun gayet sulu ve serin bir meyve iken yetiştiği ortam gayet kıraç ve kuraktır.
Ayağımızla çiğnediğimiz toprak gibi fakir bir unsurdan ALLAH sayısız hayatlı bitki ve hayvanları icat ediyor.
Mevcudat mutlak bir cehalet içinde iken onun üstünde mutlak bir şuur ve ilim parlıyor, demek o şuurlu ve ilimli işler o mevcudatın ve unsurların eserleri değil ALLAH’ın eserleridir. Mesela toprak mutlak bir cehalet içinde iken, onun vasıtası ve perdesi ile ilim ve şuur abidesi sayısız bitki ve hayvanlar fışkırıyor.
Özet olarak, ALLAH, kainatta en mükemmel neticeleri en adi ve basit sebeplerin eli ile icat edip gönderiyor.
Ta ki insanlar o mükemmel neticeleri sebeplerden ve tabiattan bilmesinler ve onların arka cephesinde sonsuz bir ilim, irade ve kudretin hükmettiğini görsünler.
Eylül ayının sonuna kadar(YA FETTAHU YA ALLAH)cekilecek inşALLAH
hacet namazını kılanlar
nıyeti (katılan enaz 100 tane çekene ve encok çekene
iman, saglık ,sıhhat,afıyet huzur iki cihanda saadet ve selamet, ALLAHIN rızası ,firdevs cenneti ve katılanların muradlarının olması ) olacak inşALLAH

28 Ağustos 2012 Salı

bilim ALLAH’ın eser ve sanatlarını inceler

Manayı harfi
Varlığa, ustaları hesabına, ALLAH hesabına bakmak demektir."Ne güzel yaratılmıştır."
Manayı ismi
Varlığa kendi hesabına bakmak demektir. Bu bakışta Yaratıcı hesabına bakılmadığı için, bütün güzellik ve kemalat varlığın kendisine verilir."Ne güzeldir."
Kainata her zaman mana-yı harfi(ALLAHın eseri) cihetinden mi bakmalıyız, mana-yı ismi(kendi olarak bakmazsak, ilim-fen nasıl gelişir?
Bu bakış, ilmin ve fennin gelişmesine mani olmaz mı?
Evvela, kainata ve olaylara manay-ı harfi, yani ALLAH’ın bir eseri, bir sanatı olarak bakmak, katiyen gelişmeye ve bilime zıt bir durum değildir. Tam aksine bu bakış açısı insanı bilime ve tekniğe teşvik eden manevi bir dinamiktir. Zira bilim ALLAH’ın eser ve sanatlarını inceleyen ve ondaki latif ve gizli noktaları açığa çıkaran bir araçtır. Bu sebeple bilim ne kadar terakki ederse o kadar ALLAH’ın sanat ve eserlerine hizmet etmiş, ALLAH’ın isim ve sıfatlarını insanlığa ilan ve izhar etmiş olur.
İkincisi, her bir fen ALLAH’ın bir ismine dayandığı için, bir cihetle her bir fen ALLAH’ın bir isminin talim edildiği bir mektep ve fakülte gibidir. Öyle ise fen ilimleri ne kadar terakki ve tekemmül ederse o nispette dayandığı isme hizmet etmiş olur.
Mesela, tıp ilmi ALLAH’ın Şafi ismine bakan ve dayanan bir mektep ve fakülte gibidir. Ne kadar gelişse o kadar Şafi ismine hizmet etmiş olur.
Üçüncüsü, manay-ı harfi ve ismi tabirleri insanın kalp ve akıl dünyasına ait kavramlardır. Bilimsel metotların alanına girmiyor ki, onunla rakip ya da hasım olsun.
Bir doktor, hastasını incelerken,
şu ayette şu tahlil; bu hadiste bu teşhis var demiyor, tıbbın kurallarına göre hareket ediyor. Manay-ı harfi ile bakan doktorun buradaki tek farkı, bilimsel verileri ayetin manevi verileri ile birleştirip tefekkür etmesidir. Yoksa bilimsel verileri bir kenara atıp tamamen ayetle meşgul olmak demek değildir.
Dördüncüsü, "bilim ve din çatışır" fikri
tamamen köhnemiş pozitivist bilim felsefesinin tezidir.
İslam inancı hiçbir zaman bilime ve bilim adamına ters ve menfi bakmamıştır. Tam aksine bilime ve bilim adamına dailik edip (onu koruyup/destekleyip) teşvik etmiştir.
Ama (tahrif edilmiş) Hristiyan teolojisinde skolastik bir anlayış hakim olduğu için, bilimi ve bilim adamını daima ezmiş ve engellemeye çalışmıştır. Zaten pozitivist felsefe bu dogmacı Hristiyanlığa karşı bir tepki olarak doğmuştur. Hristiyanlık ile İslam dinini aynı kefeye koymak ve sonrada "İslam da bilime menfi bakıyor" demek, tam bir cehalet ve vicdansızlık olur.

mücadele ama neyle

Yaşama savaşı, hayat mücadelesi gibi sözleri kullanmak niçin doğru değildir?
Yaşam savaşını, nefis ve şeytanla mücadele şeklinde değerlendirirsek olabilir.
Ama yaşam savaşını, yaşamak için yapılan bir mücadele şeklinde algılarsak, o zaman kainatı kuşatmış ve sarmalamış olan teavün (yardımlaşma), tesanüd (dayanışma), teanuk (kucaklaşma), tecevüb (cevaplaşma), kurallarını hiçe saymış oluruz ki, bu boş bir iddiadan başka bir şey değildir.
İnsanın yaşaması için milyonlarca şartın bir anda ve bir arada olması gerekiyor. Güneşin doğması ve batması, mevsimlerin oluşması, bulut ve yağmurların sevk ve idare edilmesi, toprak içinde o muazzam sistemin işletilmesi, bedende çalışan milyonlarca aza ve organların muazzam bir şekilde tedvir ve tedbir edilmesi vs...
Bütün bu şartlardan kaç tanesini
insan kendi mücadelesi ile sevk ve idare edebiliyor acaba?
Dünyanın en güçlü ve hırslı adamı bu şartlardan kaçını kendi oluşturuyor ki,
ben hayat mücadelesi ile ayakta duruyorum diyebilsin.
Yaşama savaşı, hayat mücadelesi gibi sözleri kullanmak doğru değildir

27 Ağustos 2012 Pazartesi

misyonlu

ALLAH’ın kainatta zıtları yaratması ve karşı karşıya getirmesi değişmez bir sünnetullah kanunudur. Zıtları karşı karşıya gelmesinden veya çarpışmadan, hayrın terakki ile tekemmül etmesi murat ediliyor. Bu yüzden kainatta nasıl hayır ve güzellikler mutlak olarak galipse, bu hayır ve güzelliklerin manasını ihsas ettirip keskin hale getirecek mevhum ve farazi şerler ve zıtlar da her hayır ve güzelliğin karşısında mevcut olarak icat edilmişlerdir.
Sıcaklığın sayısız mertebelerinin anlaşılması ya da zahir hale gelmesi ancak soğuğun müdahalesi ile mümkündür. Güzellik ve mertebeleri ancak çirkinlikler ile tezahür ediyor. Hayır şer ile çarpıştığı zaman gelişip büyüyor... Yani kainatta zıtların çarpışması öyle alelade misyonsuz ve sıradan bir olay değildir. Bunların karşılıklı çarpıştırılması ALLAH tarafından kasıtlı ve hikmetli bir şekilde dizayn ediliyor. Şayet zıtlar yaratılıp o güzellik ve hayırların karşısına çıkartılmasa idi, o güzellik ve hayırların sayısız tonları ve renkleri anlaşılmaz ve atıl kalacaklardı.
Ebu Cehil olmasa idi Ebu Bekir (ra) sıradan ve basit bir insan olarak kalacaktı. İşte bu mana ve inceliklerin anlaşılması ve zahir hale gelmesi için, ALLAH her güzelliğin ve hayrın karşısına çirkin ve şer rakipleri yaratmıştır. Serçe kuşuna manevra kabiliyetini kazandıran, atmaca kuşunun ona musallat edilmesidir. Hazreti Ömer (ra)’in adaletinin parlaması ve dillere destan bir şekle gelmesinde zulmün payesi vardır. İnsanlar zulmü bilmese ve görmeseler, adaleti takdir ve tahsin edemezlerdi.
Felsefenin cidal anlayışı tamamen kuvvetlinin zayıfı ezmesi ve her şeyin bir tesadüf eseri olarak vücut bulması şeklindedir. Mübareze kanunundaki hikmet ve misyonları onlar göremiyorlar. Çocuğuna terbiye maksadı ile annesi bir tokat aşk eder. Onu gözlemleyen kişi maksada bakmayarak anne ne kadar zalim, el kadar çocuğa tokat atıyor der. Diğer bir gözlemci ise maksadı takip ettiği, yani olayın bütününe bakarak hüküm verdiği için anneyi takdir ediyor. Ne kadar isabetli bir tavır sergiledi diyerek anneyi taltif ediyor. Aynı olayda iki farklı hüküm iki farklı netice. Birisi olayın cüzünde boğulduğu ve genel maksadı göremediği için olayı acımasız bir şiddet olarak algılarken, diğeri ise olayın genelini, fotoğrafın bütününü görüp ona göre hükme gittiği için olayı pedagojik bir tavır olarak algılıyor.
Aslanın ceylan yavrusunu parçalamasına bakarak "Hayat bir kavgadır." diyen maddeci felsefe, kainattaki umumi mübareze kanununu ihata edemiyor, oradaki genel maksatları göremiyor. Bu sebeple de hayata bir kavga olarak bakıyor. Halbuki yardımlaşma, dayanışma, cevaplaşma ve kucaklaşma kainatı öyle bir sarmalamış ki âdeta kainat, parçalanması mümkün olmayan bir bütün gibidir.
Yardımlaşma ve dayanışmanın bir direkt, birde dolaylı olanı vardır. Direkt olanı zaten çoklukla gözümüz önünde cereyan ediyor. Bu noktada kainat teavün (yardımlaşma), tesanüd (dayanışma), teanuk (kucaklaşma), tecevüb (cevaplaşma), fiilleri ile âdeta bölünmez bir bütün gibidir. Bunlar gözümüz önünde cereyan ettiği için ispata bile lüzum yoktur.
Dolaylı olanı ise kainatın umumi denge ve ölçüsünü korumak noktasıdır. Bugünkü ifadesi ile ekolojik düzen, yani türlerin birbiri ile olan ahenginin korumasıdır. Türler arasında öyle hassas ve mükemmel bir denge zinciri kurulmuştur ki, bu zincirden bir halka dengeden çıkarsa, zincirleme bütün ekolojik düzen dediğimiz dengeleri yok edip kainatın umumi ahengini yerle bir edecektir. Bu sebeple ALLAH türleri birbirlerini dengede tutacak şekilde besinler zinciri şeklinde yaratmıştır. Yani her tür başka bir türün dengesini sağlamak ile mükelleftir. Bu da bir çeşit dolaylı yardımlaşma ve dayanışmadır. Dolayısı ile evrimcilerin iddia ettiği gibi türlerin birbirleri arasındaki bu ilişki tesadüfi ve acımasız bir vahşet ve katletme değildir.
Mesela kemirgenler ile beslenen yırtıcı kedigiller olmasa, kemirgenler her tarafı istila edip dünya üzerinde kurulmuş ekolojik dengeyi bozacaklar. Arslan ve kaplan gibi yırtıcı kediler olmasa ot obur hayvanlar hem kendi içinde hem de kısıtlı olan meralarda başka türlere zarar verecekler. Daha bunun gibi muazzam hassas dengeler için türler birbirlerine besin zinciri olmaktalar. Bu da dolaylı olarak hem kendi türleri açısından hem de kainatın ekolojik dengesi açısından bir yardımlaşma ve dayanışma şeklidir.
Avustralyada aşırı avlanma yüzünden tilkilerin nesli tüketilince, tavşanlar aşırı üreyip çoğalınca her taraf tavşan ölüleri ile dolmuş. Hem tavşan neslinin sağlığı açısından hem de salgın hastalık riski açısından yetkililer derhal başka kıtalardan tilkiler nakletmeye başlamışlar. Bir müddet sonra tilkiler doğaya salınınca denge yeniden temin edilmiş.
Demek tilkinin tavşanı yemesi vahşet değil, umumi denge ve yardımlaşmanın dolaylı bir ifadesidir.
Bunun gibi yüzlerce örnekler verilebilir. Evrimciler kendi kokuşmuş vicdan ve akıl penceresinden olaylara baktıkları için, her şeyi düşman ve kavgacı olarak algılıyorlar. Bu bir algı sorunudur.
Mübareze kanunu ile maddeci felsefenin algıladığı cidal anlayışı arasında dağlar kadar fark vardır. Mübareze kanunu, bir maksat ve misyona hizmet ederken, cidal zulme ve tesadüfe hizmet eden ruhi bir hastalıktır.

Siz hiç düşünmez misiniz?

İnsanın, dünya hayatında en küçük bir zarardan korunmak için bir kişinin
"Bu zarar olabilir" demesini dikkate alması ve yolunu değiştirmesi ya da değiştirmese de iştihanı ve keyfini kaçırdığı halde, "Yüz de yüz ebedi zarar" diyen binlerce doğru ve sadık insanların ihtar ve ikazını ciddiye almaması,
hakikaten düşündürücü bir durumdur.
Dünya işlerinde birisi bize "Şu işi yaparsan bir ay hapis verirler." dese, biz hemen o işten uzaklaşırız uzaklaşmasak bile o işten keyif ve lezzet alamayız, müthiş bir endişe içine yuvarlanırız. Ama yüz binlerce peygamberler ve evliyalar, küfür ve fısk yolunda değil bir ay ebedi hapis riski ve tehlikesi var, demelerine rağmen, insanların ekserisin bunu dikkate almaması şaşılacak bir durumdur.
Aynı şekilde
iman ve ibadet yolu
yüzde yüz olarak insana ebedi bir cennet ve saadet kazandırıyor, denilmesine rağmen buna ilgisiz kalmak
akıl karı değildir.

26 Ağustos 2012 Pazar

mücadele midir, yoksa yardımlaşma mı?

Günlük hayatta en sık karşılaştığımız bir yanlış hüküm var
"Hayat bir mücadeledir."

Bu söz, geçtiğimiz asrın ortalarında bilhassa Darwin felsefesinin takdiminden sonra, sistemli bir şekilde ve devamlı olarak gündeme getirildi. Çünkü, "Hayat bir mücadeledir" sözü, bu felsefenin temellerinden birini teşkil ediyordu.

Gerçekten Hayat bir mücadele midir?

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, çevremize bakmak, canlılar arasındaki münasebete nazar etmek gerek.
Yeryüzünde ilk hayatın ortaya çıkışından sonra, iki ayrı silsile halinde geliştiği görülüyor. Bitki ve hayvanların teşkil ettiği bu silsileler arasında, insanı hayrette bırakan son derece intizamlı biyolojik bir denge mevcut. Canlılar aleminde görülen bu muvazeneye sebep, mücadele mi, yoksa yardımlaşma mıdır?

Bitkilerle Hayvanlar Arasındaki Münasebet:
Bitkiler topraktan aldıkları suyu, havadan aldıkları karbondioksitle, güneş enerjisini kullanarak birleştirirler. Yeşil bitkilerin klorofil molekülleri sayesinde gerçekleştirdikleri bu olaya fotosentez (ışıkta birleştirme) veya özümleme adı verilir. Özümleme olayının bu kadarı, ilkokul kitaplarında dahi zikredilmesine rağmen, basit bir olay değildir.

Fotosentezin mahiyeti ilim adamlarınca hala tam olarak bilinmemektedir. Bilinen şey; bitkilerin topraktan çamurlu suyu, havadan da zehirli gaz olan karbondioksiti emerek hayatın kaynağı olan milyarlarca ton besin maddelerini ve oksijen gazını hasıl etmeleridir. Hadisenin cereyan ettiği yeşil bitki,
kapalı bir kutu gibi. Giren maddeler belli, çıkan maddeler belli. Fakat içeride neler oluyor? Güneş enerjisi nasıl kimyevi enerjiye dönüşüyor?
Ne gibi reaksiyonlar meydana geliyor? Bunlar ve benzeri sorular hakkında bilinenler, bilinmeyenler yanında çok az kalıyor.

Bitkiler esas olarak oksijen çıkarır, hayvanlar ise karbondioksit. Bitkilerin ihtiyacı temelde karbondioksit, hayvan ve insanlarınki ise oksijendir. Yine bitkiler, esas olarak hayvanların gıdası durumundadır. Hayvanların artık maddesi olan gübre ise bitkilerin en önemli gıdasını teşkil eder. İşte dünya çapında bir yardımlaşma misali. Hayvanların bitkilere olan ihtiyacı ve bitkilerin de hayvanların gübresine olan ihtiyacı apaçık. Bu durum mücadele midir, yoksa yardımlaşma mı?

Bir şeker fabrikasının hammaddesini alan kısmını canavarın ağzına benzetip, şeker pancarlarını yuttuğunu düşünebilir miyiz? Aynı şekilde bitkileri yiyen hayvanların, otlarla mücadele halinde olduğunu söylemek mümkün mü? Halbuki bitkiler, hayvanların imdadına koşturuluyorlar. Bitkiler, birer süt ve et fabrikası olan hayvanların hammaddesi değil midir?

Karada bitkiler hayvanların besini olduğu gibi denizlerde de buna benzer durum mevcuttur. Denizlerde büyük ölçüde fitoplankton adı verilen ve serbest olarak yüzen küçük bitkiler yaşar.
Bunlar sularda su yosunları (Algae) ve diğer bitkilerle birlikte, canlılara gıda olurlar. Açık denizlerdeki bu küçük bitkiler, karaların çayır ve otlaklarına benzerler. Bundan dolayı genellikle "denizlerin çayırı" olarak bilinirler.

Özetle söylemek gerekirse,
denizlerde son derece hesaplı ve dengeli bir besin zinciri vardır.
Eğer büyük balık küçük balığı yemeseydi çok fazla miktarda meydana gelen denizlerdeki bu besinler, tüketilmediği için denizler kokuşup taşacak, hayat çekilmez hale gelecekti.
Milyonlarca yumurta bırakan bir balığın yumurtaları da neslin devamı yanı sıra aynı zamanda canlıların besin kaynağıdır. Bu durum, canlıların birbirine yardım elini uzattığını açıkça göstermez mi?

Hayvanlarla bitkiler arasındaki münasebetlerin, birbirine yardım, dolayısıyla insanlığa yardım olduğuna geniş manada diğer bir misal olarak çiçeklerle böceklerin ilişkisini verebiliriz. Böceklerle çiçeklerin yeryüzünde bol miktarda yaratılmaları, bu iki canlı organizmanın birbirine yardım ederek yaşamaları ile yakından alakalıdır.
bal, çiçek, karikatür, arı, böcek, yeme, arılar, polen
Çiçekli bitkilerin üçte ikisi böcekler vasıtasıyla döllenerek nesillerini devam ettirirler. Böcekler, çiçek tozları (polen) ve balözü (nektarları) ile beslenirler. Balözü ve çiçek tozu toplamak için çiçekten çiçeğe dolaşan böcekler, çiçeklerin döllenmesine vesile olurlar. Yani çiçekleri evlendirirler. Böylece bitkiler, bu evlilik neticesi nesillerini devam ettirebilirler. Böceklerin tozlaşma yoluyla bitkilere, dolayısıyla insanlığa yaptıkları yardımın ve hayata hizmetlerinin çok çeşitli şekilleri vardır.

Biz sadece arıları misal vererek, canlılar arasındaki münasebetin mücadeleye değil, yardımlaşmaya dayandığına dikkat çekmek isteriz. Arıların döllenmede çok büyük rolleri vardır. Arılar bu vazifeyi ifa ederken, sabahleyin hangi bitkinin çiçeğinden balözü (nektar) toplamaya başlamışlarsa, daima aynı türden çiçekleri ziyaret ederek, bu türün çiçekleri arasında döllenmeyi daha kolay ve emniyetli bir şekilde sağlarlar. Bu şekilde arılar döllenmeye yaptıkları hizmetle, bahçelerde mahsulün artmasına sebep olurlar Böylece sağladıkları fayda, baldan daha kıymetlidir.

Canlılar dünyasında, karşılıklı faydalanma esasına dayanarak beraber yaşamanın çok örnekleri vardır. Birbirinin eksiğini tamamlayıp, yardım ederek beraber yaşama şekline simbiyoz (ortak yaşama) adı verilir. Bunun bitki ve hayvanlar aleminde misalleri çoktur. Bitkiler aleminde bu ortak yaşamın en güzel misalini, "Liken" adı verilen her türlü kötü hayat şartlarına dayanıklı bitki grubunda görmekteyiz.

Likenler, bazı su yosunları (algae) ile mantarların kendi yapı ve özelliklerinden farklı olarak meydana getirdikleri simbiyotik (ortak yaşayan) canlılardır. Mantar hücreleri, bitkilerin ihtiyacı olan su, karbondioksit, mineral madde ve mesken temini gibi bir kısım vazifeleri yerine getirerek ortaklığın bir hissesini, su yosunu hücreleri ise fotosentez yaparak besin maddeleri ve oksijen üretmek suretiyle diğer hissesini meydana getirirler. İki şuursuz canlının kurmuş olduğu bu şirket hiç bozulmadan, kavga gürültü çıkmadan devam eder.

Karşılıklı yardımlaşmaya dayanan hayat tarzına bir misal de hayvanlar aleminden verelim. Bir yengeç türü olan Pagurus ile deniz gülü (Actinya) arasındaki ortaklık çok enteresandır. Yengeç arka kısmını boş bir salyangoz kabuğuna saklar. Bu salyangoz kabuğu üzerinde aynı zamanda deniz gülü de bulunmaktadır. Deniz gülleri kendilerine yaklaşan hayvanlara yakıcı, zehirleyici kapsüllerini maharetli bir avcı gibi fırlatarak onları zehirler, felç eder. Fakat yengecin bulundukları salyangoz kabuğuna girmesine engel olmazlar. Yengeç deniz gülüne ayak olur, onu gezdirir. Deniz gülleri de yakıcı kapsülleri ile yengeci düşman hücumundan muhafaza ederler. Deniz güllerinin avladıkları hayvanları yengeç parçalar ve besin temin eder, bunun birazını da deniz güllerine bırakır. Böylece beraber avlanmış, beslenmiş ve gezmiş olurlar.

"Hayat bir mücadeledir" diyenlerin, sadece dünyaya gelmek için geçirdikleri safhaları düşünmeleri bile hayatın bir yardımlaşma olduğunu anlamaları için yeterli olacaktır. Zira her şey o aciz yavrunun yardımına koşturulmaktadır. Annenin vücudunun maruz kaldığı herhangi bir basıncı cenine ulaşmasını engellemek için, içi sıvı dolu sağlam bir zarla çevrilip, her üç saatte bir temizlenmesi, ceninin sıhhati için her tedbirin alınması, anne karnındaki ceninin mücadelesiyle mi gerçekleşmektedir?

Hayatı bir mücadele olarak kabul edenler, kaç gün çalışarak annelerinin göğsünde sütü çıkarmağa muvaffak oldular? Veya kaç sene mücadele ederek güneşi kendi emirlerine hizmetkar ettiler? Hangi kuvvetle atmosferi dünyanın etrafına bir zırh olarak giydirdiler?

Dünyada bütün canlılar için hayat şartlarını hazırlayan kudret, anne karnındaki cenini de hayat şartlarına hazırlayabilir. Aynı rahmet ve kudret bütün anneleri, aciz yavruların imdadına koşturduğu gibi, yırtıcı aslanı da yavrusuna hizmetkar yapar.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkün

Kainat çok muntazam bir fabrika gibi çalışıyor. En küçük vidasından en büyük çarkına kadar, bütün kısımları bir maksat için beraber işliyor. Atomdan galaksilere kadar mükemmel bir nizam mevcut. Güneşten göz hücrelerine kadar hepsinde en uygun bir dayanışma görülüyor. En uzak şeyle en yakın şey birbirine yardım elini uzatmış. Canlı-cansız, büyük-küçük bütün mahlukat birbirinin ihtiyacına cevap verecek şekilde yaratılmış.
İşte en geniş manada misaller: Güneşten gelen ışık ve ısı, bütün canlıların imdadına koşuyor. Gökten rahmet olarak inen yağmur, yeryüzündeki bütün canlıların ihtiyacını karşılıyor. Kısaca, bu kainat fabrikasının otomatik olarak işlemesiyle, yeryüzündeki hayat devam ediyor. Bazı yırtıcı hayvanların zayıf hayvanları avlamaları, büyük balıkların küçük balıkları yemeleri, bir mücadele ve kavga olmayıp, kainattaki tabii denge ve hayatın bir gereğidir.