9 Eylül 2013 Pazartesi

tebarüz

İnsan,
İlâhî sıfatların ancak varlıklarını bilebilir, mahiyetlerini değil. ALLAH, ancak “Mevcud-u Meçhul” olarak bilinebilir. Yani, “Onun varlığında asla şüphe yoktur, fakat Onun, hem zâtının hem de sıfatlarının mahiyetini akıl idrak edemez.

ALLAH’a böylece iman eden bir insan, Onu tanıma yoluna girmiş demektir. Artık o kişide marufiyet şuaları yani ALLAH’ı tanımanın ışıkları bir derece kendini gösterir.

Akıl mahluk olduğu gibi, onun bilgi sahasına giren her şey de mahluktur. Öyle ise sınırlı olan akıl, sonsuz ve mutlak olanı anlayamayacağını idrak ettiği anda, ALLAH’ı bilme yolunda önemli bir adım atmış olacaktır.

Bu gerçeği anlamamız için en güzel örnek kendi ruhumuzdur. İnsan ruhu, mahiyetiyle bilinmez, ancak faaliyetleriyle anlaşılır. Ruhu böylece tanıyan bir insan, onu tanımaya başlamış demektir. Böyle yapmayıp, ruhun mahiyeti hakkında konuşan, “uzunluğu şu kadar, eni bu kadardır; bedenin şurasında oturur, rengi şöyledir” diyen kişi, ruhu bilmediğini ortaya koşmuş olur. Bu yonlış düşünceler, onu ruhu tanımaktan iyice uzaklaştırır.

Ruhun mahiyeti bilinmez.
 O, beden ülkesini sevk ve idare eden ilâhî bir kanundur. Toprağı görüp yerçekimini göremediğimiz gibi, bedeni görür fakat ruhu seyredemeyiz.

Ruh, ne hanesi olan bedene benzer, ne de o haneyi kuşatan kâinata. Ruh bedende misafir olan apayrı bir mahiyettir.

Ruh hakkında insana çok az bilgi verilmiştir. İnsan bu bilgi ile ruhunu “bilinmez” olarak bilir, “anlaşılmaz” olarak anlar.

Ruhunu mahiyeti meçhul bir varlık olarak bilen insan gerçeği bulmuştur. Aksi hâlde, gerçek dışı bir yola girmiş demektir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder