28 Temmuz 2013 Pazar

şeytan bizlerle neden uğraşır?

İnsanlığın manevi terakkisinde, ALLAH'a kulluk vazifesini yerine getirmesinde en büyük engel, şeytandır.
 Kur'an-ı Kerim'de şeytan, insan için “adüvv-ü mübin; apaçık bir düşman” olarak tavsif edilmiştir. CENAB-I HAKK, Kur'an-ı Kerim'de pek çok ayet-i kerimede insanları şeytandan istiazeye, yani ALLAH'a sığınmaya davet etmiştir.

Şeytanın en büyük hedefi insanları dinsiz yapmak, ateist yapmaktır. Bunu başaramazsa onları şirke sevk eder.

Şeytan, insanı müşrik etmekle de yetinmez; zalim bir müşrik eder, sefih eder.
Bununla da kalmaz, onu şirk adına, gece gündüz çalışan bir dava adamı yapmaya çalışır. Bu onun son hedefidir.
 Zira, dava sahibi olmayan bir müşrik şeytanın bendesi ise, şirki dava edinenler onun can yoldaşlarıdır.

Şeytan, bütün oyunlarını boşa çıkararak hakkı, doğruyu, hayrı seçen insanlarda taktik değiştirir. İnsanın imanına ilişemeyeceğini anladı mı, onun ibadetiyle uğraşır; ibadetsiz bir insan olmasını arzu eder. Bunu başaramazsa, farzlarla yetinmesini, sünnetlere, nafilelere yanaşmamasını ister.
 Bu isteği de gerçekleşmezse, onun sadece şahsî ibadetiyle meşgûl olmasını, başkalara bir şeyler anlatmamasını arzu eder. Ve insana şu yollu telkinlerde bulunur: “Koyunu koyun, keçiyi keçi ayağından asarlar.”

Şeytan, insanı yoldan çıkarmak için birçok hileye başvurur.

1. Şehvet ve öfke:
Bunlar şeytanın insana tesir etme yollarının en büyükleridir. Bu sebepledir ki, hadis-i şerifte: “Şeytan kanın bedende cereyanı gibi insan vücuduna hulul eder. Onun yollarını açlıkla (oruçla) daraltınız.” buyurulmuştur. Çünkü şeytanın insana en büyük hulul yolu şehvettir. Açlık ise şehveti kırar.
2. Hased ve hırs:
Hırslı insan, hakkı görmekten kör ve hakikati duymaktan sağır olur.
 3. Tama:
Şeytan insana tama ettiği şeyleri çeşitli riya ve hilelerle sevdirir. Öyle ki, adeta tama ettiği şey, insanın mabudu olur.
4. Acelecilik:
Acele anında insan düşünmeye fırsat bulamaz, şeytan da bu anda ona vesvese verebilir.
5. Yoksulluk korkusu:
Bu korku, insanı infaktan alıkoyar ve mal yığmaya davet eder.

6. Taassup:
Şeytanın kalbe nüfuz ettiği kapılarından biri de kendi meşrebinde olmayan Müslümanlara karşı kin tutmak, onları küçümsemektir.  7. İhtilâf

8. Şüphe:
Şeytanın kalbe giriş kapılarından biri de cehalet ve gafletleri veya günahlara dalmaları sebebiyle akılları darlaşan bazı kimseleri, akıllarının almayacağı imani meseleler üzerinde şüpheye düşürmesidir.
9. Suizan:
Kim bir insan hakkında kötü düşünmeye başlarsa, şeytan bu kimseyi o adamın aleyhinde gıybet etmeye sevk eder. Yahut o adamın hakkına riayet ettirmez. Ona hakaret gözüyle baktırır.

Şeytanın hile ve desiseleri, insana nüfuz yolları elbette sadece bunlardan ibaret değildir. Kişilere, devirlere, şartlara göre çok değişik şekiller arz eder.

zulüm ve garaz

Zulüm; başkasının hukukuna tecavüzdür. Garaz ise; art niyet, kötü niyet. kin ve düşmanlık gibi anlamlara gelmektedir.
İşte bu iki niyetle hareket edildiği vakit; hak ve hakikat devreden çıkar. Yerini batıl şeyler alır.

Mesela; bir müminin yüzlerce hasenesi varsa ve bir kaç yanlışı da varsa; garaz ve zulüm damarıyla hareket edilirse, o bir kaç yanlış, bütün iyilikleri göstermez, örter. Hâlbuki; art niyetsiz bakılsa hakikatin kendisi daha açık görünecektir.
Bir sinek kanadı, gözümüzün üzerine gelince, koskoca bir dağı görünmez hale getirir. Aynen öylede; vicdan denilen ve her zaman hak ve hakikati söyleyen basiretimizin üzerine garaz ve zulüm kanatları düşerse, gerçekleri örter ve yanlış hükümlere varır.
 

firavuna ilham olunur
ey firavun senin kullarından biri  sana isyan etseydi ne yapardın
 firavun hemen cevap verir onu nil nehrinde boğardım
firavun nil nehrinde boğulurken bu cevabı gözünün önüne getirilir
agustos ayının sonuna kadar(VELA HAVLE VELA KUVVETE İLLA BİLLAHİL'ALİYYİL'AZİYM)cekilecek inşALLAH
hacet namazını kılanlar
nıyeti (katılan enaz 100 tane çekene ve encok çekene
iman, saglık ,sıhhat,afıyet huzur iki cihanda saadet ve selamet, ALLAHIN rızası ,firdevs cenneti ve katılanların muradlarının olması ) olacak inşALLAH
bidua
ALLAHım islam aleminin yardımcısı ol selamete çıkar kardeşlik ,birliktelik,hoşgörü,geçim ver kanunları lehimize çevir,maddi manevi güç kuvvet zenginlik ver
dayanamıyom MEVLAM
içim yanıooo
welovemuhammadsav@gmail.com
 
 

24 Temmuz 2013 Çarşamba

kafir saat gibi

Fiili dua, ALLAH’ın kainata koymuş olduğu kanunlara ve tertibe aynı ile uymak demektir.
Kim kainata konulmuş olan bu kanun ve tertibe uyarsa, fiili duayı ifa etmiş ve karşılığını dünyevi nimetler olarak bizzat bu dünyada almış olur. Kafirlerin bu kanunlara riayet edip dünya nimetlerine erişmeleri, fiili duanın ifa edilmesi için kafidir, ayrıca bir de iman şuuru ile ALLAH’a dua etmesi gerekmiyor.
Yani kafir ne kadar inkar edip küfür içinde de olsa, kanunlara riayet etmekle,
yani hal dili ile şunu demiş oluyor; "ALLAH’ım ben kanunlara uymak ile dediğini yaptım, sen de vaadini yani dünya nimetlerini gerçekleştir." demiş oluyor. Kafir bunu dili ve aklı ile söylemese de hali ile söylemiş oluyor.
 
Saat nasıl şuuru ve haberi olmadığı halde insanlara zamanı bildiriyor ise,
kafir de haberi ve şuuru olmadığı halde hali ve fiili ile dua etmiş oluyor; ama mükafatını peşinen burada alıyor, imansızlığın cezasını ahirette görecek.

23 Temmuz 2013 Salı

tercihini yap O yaratacak

Evrimi savunan birisi
evrimi beyin, akıl, hayat, muhakeme gibi araçlar sayesinde düşünür, tartar ve kabul eder. Bütün bu araç ve vasıtalar ise insana ALLAH tarafından bahşedilmiş İlahi mevhibelerdir(ihsan, bağış).
Mesela, insanın nasıl yemek yeme işleminde, yemeğin kendisinden tutun da ta çiğneme ve hazmetme sürecine kadar, bütün safhaların maliki ve yaratıcısı ALLAH ise aynı şekilde düşünce ve inanç dünyasında da bütün vasıta ve süreçleri yaratan ve hazırlayan ALLAH’tır. Bu süreçte insana düşen sadece batıl ile hakkı tercih etmektir.
Hakkı seçtikten sonra hakkın kalp ve kafadaki süreçleri nasıl ALLAH’a ait ise, aynı şekilde batılın seçilmesinden sonra onun kalp ve kafa sürecinden geçirdiği evrelerin hepsi de yine ALLAH’a aittir. İnsan burada sadece müreccihtir, tercihini yapar, ALLAH da bu tercihi yaratır.
İnsan iradesini küfür ve inkardan yana kullandıktan sonra, küfürden hasıl olan kalbi ve ruhi neticeleri yaratan ALLAH’tır. Hidayeti de dalaleti de yaratan ALLAH’tır; tercih ve seçmek ise insana aittir. Öyle ise mesuliyet yaratana değil tercih edene aittir.
İnsanın maddi ve manevi iki cephesi ve iki bedeni vardır. İnsan yaratma noktasında maddi cephede nasıl muztar ve aciz ise, aynı şekilde manevi cephede de muztar ve acizdir. İnsan nasıl beyninin işleyişine hükmedemiyor ise, beyin ile orantılı çalışan ve manevi bir mekanizması olan aklına da aynı şekilde hükmedemiyor. Çam kozalağına benzeyen maddi kalbimiz
 nasıl istem dışı ve haberimiz olmadan çalışıyor ise, aynı şekilde gönül ve manevi kalp dediğimiz cihaz da aynı şekilde manevi bir mekanizma ile istem dışı ve haberimiz olmadan ALLAH tarafından çalıştırılıyor.
Bize ait olan tek mekanizma cüzi irademizdir ki, bu mekanizmanın da çok az ve itibari olan kısmı bize aittir; onun dışında maddi ve manevi her şeyin icadı ve işlettirilmesi ALLAH’a aittir.   
1. Kul kendi fiilinin yaratıcısı değildir. Bu kesin olarak ayet ve hadislerce reddedilmiştir.
2. Bir fiili yaratmak için o fiilin lazımı olan bütün sebep ve donanımları da yaratmak gerekir. Mesela namaz fiilini yaratmak için namazın rükünleri olan ayakları, kolları, başı, yatıp kalkma gibi bütün ayrıntılarını hem bilmek hem de yaratmak gerekir, yoksa o fiilin yaratıcısı olmak havada kalır.
3. Bir kolun basit kalkıp inme hareketi bile fennin beyanı ile milyonlarca hücre, kas, kan gibi organ ve azaların mükemmel bir ahenk içinde çalışması ile mümkündür. İnsanın "kolumu ben kaldırdım, ben indirdim" diyebilmesi için bütün o hücre, kan ve kaslara hükmetmesi ve ilminin içinde olması gerekir.
 Halbuki insanın bunlardan haberi bile yok. İlmin ve kudretin dairesinde olmayan işlere nasıl sahip çıkılabilir, bu bir hezayandır.
4. CENAB-I HAKK, kainatta en basit bir işi dahi kompleks olarak yaratmıştır. Yani basit bir işin olabilmesi için bütün sebeplerin ve kainat çarklarının işlemesi ve beraber hareket etmesi  lazımdır.
Mesela abdest alacağın suyun oluşması, bütün kainatın bir neticesidir. Öyle ise bir amelimize sahip olmamız için bütün sebeplerin ve kainatın dizgini elimizde olması gerekir, ancak o zaman o amel bizim olabilir, yoksa gerisi safsatan başka bir şey değildir.
5. Bir şeyden sorumlu olmak için,
 illaki o şeyin yaratıcısı olmak gerekmez. ALLAH, insanları sorumlu ve mesul kılacak, yaratmadan yoksun ama seçmeye muktedir bir irade ile donatmıştır.
 
   Yani, mânen der: "Ey abdim, ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyleyse mes'uliyet sana aittir."
"Teşbihte hata olmasın,
sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin"
diyerek itab edip, üstünde bir tokat vuracaksın.
İşte, CENAB-I HAKK, Ahkemü'l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder."

21 Temmuz 2013 Pazar

aşık efendinin en acı durumu

Baktım ki;
 ben, tünel içinde sukut eder gibi bir sür'atle giden bir tren içindeyim. Telâş ettim. Fakat ne çare ki, hiç bir tarafa kaçılmaz. Garâibden olarak o trenin iki tarafında pek cazibedâr çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve meyveler, dikenli mikenli, mülâkatında elime batıyor, kanatıyor. trenin gitmesiyle müfarakatından elimi parçalıyorlar. Bana pek pahalı düşüyorlardı. Birden trendeki bir hademe dedi: "Beş kuruş ver, sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine elin parçalanmasıyla yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de ceza var, izinsiz koparamazsın." Birden sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çıkarıp ileriye baktım.
Gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun trenden o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm. İki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merak ile dikkat ettim. O mezar taşında büyük harflerle "lumiere571" ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden "Eyvah!" dedim. Birden o han kapısında bana nasihat eden zâtın sesini işittim. Dedi: "Aklın başına geldi mi?"
Dedim: "Evet geldi fakat kuvvet kalmadı, çare yok." Dedi: "Tövbe et, tevekkül et." Dedim: "Ettim!"
Ayıldım...
 
 
Tren, zaman oluyor;
 trenin her bir vagonu ise insana verilen her bir yıldır. Trenin içinden geçtiği tünel ise dünya hayatıdır. Zaman bir tren gibi mahlukatın ilk yaratılması ile başlar, en son durak olan Cennet ve Cehenneme kadar devam edip gider. İnsan da zaman treninin içinde bulunmasından dolayı, tren ile beraber tünelin yani dünya hayatının içinden hızla geçip gidiyor.
O dikenli çiçek ve meyveler ise; dünyanın meşru olmayan lezzet ve zevkleridir. İnsan gelip geçen bu hayat yolculuğunda, meşru olmayan lezzet ve zevklere bulaşır ise;
 lezzet almaktan çok, acı çeker. Zira dünya bir vitrin ve sergi yeridir, asıl kaynak ve tatmin olmak ise; ahiret hayatındadır.

Dünyanın nimetlerinin gelip geçici olması, insanın kalbini yaralayıp kanatıyor. Mesela; bir cinsi latifin suretine aşık oluyorsun ama; aşık olduğun o suret en fazla on yirmi yıl sonra zevale ve yokluğa gidiyor. Aşık efendinin en acı durumu; sevdiği ve aşık olduğu  şeyin yok olup gitmesidir. Bunun gibi dünyanın bütün meşru olamayan lezzetleri sonunda insana acı ve azap veriyor.
Halbuki meşru lezzetler, insanın keyfine kafidir. İnsan bu kısa dünya hayatında, ALLAH için yaşasa ve onun sanatı namına mahlukatı sevse, meşru olduğu için çok ulvi lezzetler alacak, cennete gitmeden cennet hayatının numunesini burada hissedecek.

20 Temmuz 2013 Cumartesi

ahh vehim

 
Kainattaki, şeytana karşılık, insanda da vehim dediğimiz bir duygu vardır.
Bu duygu, sahiplerinin ihtiyar ve isteklerine zıt bir şekilde bazen hareket etmektedirler. İyilik yapmak istediğimizde karşımıza dikilip binbir bahane ve gerekçe ile bizi engellemeye çalışan bir şeyin içimizde olduğunu herkes vicdanen bilir. 

Bize o kadar yakın ki, bazen "kendi kendimize konuşuyoruz"  deriz. Evet,  kendi kendimize konuşuyoruz. Konuşanlar, vehim duygusu ile vicdandır. Zıt iki kutbun tartışmasıdır. Kainatta ki, melekler ile şeytanların münazarası gibi. İnsana iyilik yapmayı ilham eden meleklere mukabil, şeytanın kötülükleri telkin etmesi gibi.

İşte,  vehim duygusu, şeytanın telkinlerine uyum ve ilgi gösteren bir cihaz gibidir. Şeytanın dediğini dinler ve sonra seslendirir. Âdeta,  bir kulak ve dil vazifesi yapar.
  
"ALLAH Teala Hazretleri cenneti yarattığı zaman Cibril aleyhisselam'a: "Git ona bir bak!" buyurdular. O da gidip cennete baktı ve: "(Ey RABBim!) Senin izzetine yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak,
 herkes ona girecek!" dedi. (ALLAH Teala Hazretleri) cennetin etrafını mekruhlarla çevirdi. Sonra: "Hele git ona bir daha bak!" buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı. Sonra da: "Korkarım, ona hiç kimse girmeyecek!" dedi."
"Cehennemi yaratınca, Cebrail'e: "Git, bir de, şuna bak!" buyurdu. O da gidip ona baktı ve: "İzzetine yemin olsun, işitenlerden kimse ona girmeyecektir!" dedi. ALLAH Teala Hazretleri de onun etrafını şehvetlerle kuşattı. Sonra da: "Git ona bir kere daha bak!" dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü zaman: "İzzetine yemin olsun, tek bir kişi kalmayıp herkesin ona gireceğinden korkuyorum!" dedi."hadis

10 Temmuz 2013 Çarşamba

zaafın semeresi

"Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshir-i RABBânî ve ikram-ı RAHMâNdir." izahı?

 
Bir incir çekirdeği,
sonsuz kudrete dayanmadan onun namı ile hareket etmeden, incir ağacını taşıyamaz, ona kaynaklık edemez.
Bir arı,
ALLAH’ın sonsuz ilim ve kudreti olmadan o mükemmel bal tatlısını icat edemez.
Gözsüz ve şuursuz ipek böceği
ALLAH’ın isim ve sıfatları olmadan o ipeği icat edemez.
Yani bunları yapan ve arka planda işleyen ALLAH’ın sonsuz ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarıdır. Bu sebeplerin acizliği ve icattaki zaafları onların arka cephesinde işleyen sonsuz ilim, irade ve kudrete işaret ediyor, onu güneş gibi kör gözlere gösteriyor.
 
Üstad Hazretleri bu hakikati akla yaklaştırmak için şöyle bir temsil getiriyor: 
"Evet. Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder."
 
Sebepler gayet adi ve basit iken, sebeplerden çıkan neticeler gayet sanatlı ve mükemmeldir. Bu da gösteriyor ki neticeleri icat edip vücuda getiren sebepler değil, sebeplerin arkasında iş gören ALLAH'ın ezeli ve ebedi sıfatlarıdır. Sebepler, acizlik ve fakirlik perdesi ile o sıfatlara işaret ediyorlar.
Diğer bir nokta da insana bu gibi aciz ve fakir şeylerin eli ile o güzel ve tatlı ikramları yediren, insanın kudret ve kuvveti değil acizlik ve zaafıdır. Yani kainatın insana itaatkar olması insanın aczine binaendir, yoksa dinsiz felsefenin iddia ettiği gibi insanın akıl ve kudretine binaen değildir.

8 Temmuz 2013 Pazartesi

ramazan geliyoo

Kainat bütün nimetleri içinde barındıran ve bütün lezzetleri bünyesinde taşıyan büyük bir sofradır. Aynı zamanda insanın bütün maddi ve manevi duygu ve cihazlarına hitap eden mükellef bir sofradır. Hem sofralar içinde sofralar açılmış büyük bir sofradır. Her canlı bu sofradan hissedar ve pay sahibidir. Bu sofrada  
küçük bir karıncadan tut
, ta büyük bir file kadar, her canlının ihtiyaç ve rızkı hazırlanmıştır.

Bu sofranın baş misafiri ise; insandır. Diğer canlılar dar ve sınırlı kabiliyeti nispetinde bu sofradan faydalanırken, insan geniş kabiliyet ve cami fıtratı sayesinde adeta bütün sofrayı ihata edecek bir tarzda faydalanıyor.

Bütün bu sofraların mükemmel bir şekilde tanzim ve tefriş edilmesinde, ALLAH’ın Rububiyet sıfatı baş aktördür. Yani onun tedbir ve terbiye vasfı olan Rububiyet sıfatı, en küçük karıncadan ta en büyük file kadar,
her canlının rızkı ve terbiyesi ile alakadardır ve onların en basit ihtiyacını dahi tedarik ediyor.

Bu kainat sofrasında, ALLAH şefkat ve terbiyesini şiddetli bir şekilde ilan ve izhar ettiği halde, maalesef insanlar birtakım felsefi fikirlerin ve gafletin sayesinde sofranın ve terbiyenin farkında değiller.
İşte Ramazan bu gafleti kırmak ve dağıtmak için,
 bütün Müslümanları muazzam bir ordu hükmüne geçirip, her gün özgürce yediği içtiği şeyleri yasak ederek, insanları yemek için buyurun emrini beklemek şekline sokunca, sofranın ve sofra üstünde parlayan tedbir ve terbiyenin bir anda farkına vardırıyor. Ve her şeyin tedbir ve terbiyesinin ALLAH’ın elinde bulunduğunu idrak ettiriyor. Bu idrak ve şuurun etkisi ile insanın külli bir kulluk ve şükürde bulunmasına vasıta oluyor.
Oruç bir nevi bu büyük sofranın dellalı ve hissettiricisi hükmündedir.
 
Yani muazzam şefkat ve rahmetin bir neticesi olan bu sofraya teşekkür olarak, insanlar iftarın intizamı ve tavrı ile külli bir kulluk ile karşılık veriyorlar demektir.
 
 

herşeyin sahibi ALLAH tır

Kainattaki her bir mahlukun iç içe geçmesi ve şiddetli bir şekilde girift bir intizama tabi olması,
kainatı âdeta bölünmez ve parçalanmaz bir bütün hükmüne getiriyor. Dolayısı ile parça  kiminse bütünde onundur. Tarla kiminse tarladan kalkan mahsul de onundur. Tarla ile mahsul arasındaki tedahül, yani girift yapı, sahibinin birliğini gösteriyor. Mahsul, tarlayı sahibi adına zapt ediyor. Tarla da mahsulü sahibi adına zapt ediyor. Zerre girdiği her mekanı sahibi namına zapt ediyor. Yani zerre kiminse, zerrenin girdiği ve hareket ettiği mekan da onundur diyerek, sahibi olan ALLAH namına her şeyi tevhid ile zapt ediyor.
Mülk ile mülk üzerinde icra edilen sanat ve idare arasında şiddetli bir münasebet vardır. Mülk sahibi kendi mülkü üzerinde başkasını tasarruf ettirmez. Öyle ise mülk kiminse, mülk üzerinde icra edilen eser ve işlemeler de onundur. Aksinde de durum aynıdır. Sanat ve eseri kim icra ediyorsa, sanat ve eserin icra edildiği mahal ve mülk de onun demektir.
 Öyle ise mülk ve içindekiler  ALLAH’ındır.
Özet olarak, zerreler ile bezenmiş kainat üstünde, ALLAH bütün isim ve sıfatlarını gösterip ilan etmek için sürekli faaliyet ve tasarrufta bulunuyor.
 Bunu götürüyor öbürünü getiriyor ki, hareketle dikkatler sanat-ı İlahi üstünde yoğunlaşsın. 
"Âlem-i  şehadetten âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir..."
Evet kainat büyük bir nehir gibidir.
Bütün eşya bu nehir içinde bir yerden gelip bir yere gidiyorlar. ALLAH sonsuz kemal ve cemalini hem kendi nazarına hem de başka şuur sahibi mahlukların nazarlarına izhar ve ilan etmek için bu kainatı gelir gider, büyük bir nehir şeklinde yaratmıştır. Her mahluk ve eşya ALLAH’ın isim ve sıfatlarının cevelan ve tecelli ettiği bir merkezdir. Bu merkez bu izhar ve ilan vazifesini gördükten  sonra, arkasında bekleyenlere yer açmak, ona da varlık ve izhar lezzetini tattırmak için hemen başka bir boyuta naklediliyor.
 Levh-i Mahv-ı İspat bu hakikate güzel bir takvimdir, şöyle ki:
Lehv: Eşya ve mevcudatın  zaman nehrine girmesi demektir. Yani ALLAH’ın ilminde plan ve proje  olarak ve  ilmi bir vücut ile bekleyen mevcudatın, zaman ve mekan boyutuna intikal edip görünmesi ve varlık kazanması demektir.
Mahv: Zaman sahnesine çıkan eşyanın ve mevcudatın ölüm ve zeval ile tekrar zaman sahnesinden çekilip gitmesi demektir.
İspat: Zaman sahnesine çıkmak için sırada bekleyen eşyanın tekrar zaman sahnesine çıkıp manasını göstermesi anlamındadır. ALLAH’ın ilminde varlık sahnesine çıkmayı  bekleyen diğer mevcudat, plan ve projeleridir.
 
Üstad Hazretlerinin  ifadesi ile eşya önce levh ediliyor. Yani varlık sahasına çıkıyor, görünüyor, sonra mahv oluyor. Yani zeval ve ölüm ile varlık sahnesinden çekiliyor; sonra yine başka mahluk ve eşya o gidenlerin ardından varlık sahnesine giriyor. Buna da ispat deniyor.
İşte mahlukat vazifesini bitirdikten ve ALLAH’ın kemal ve cemalini ilan ettikten sonra, boyut değiştirerek ukba alemlerine intikal ediyor. Yoksa yokluk ve hiçlik kuyusuna düşmüyorlar. Tıpkı bir askerin askerlik vazifesini bitirip, asıl vatanına dönmesi gibi, mahlukat da şu kainat kışlasında ALLAH’ın isim ve sıfatlarını talim ve ilan ettikten sonra asıl vatanı olan ahiret yurduna intikal ediyorlar. Dünya gözünde kaybolup ahiret gözünün dairesine giriyorlar.
Öyle ise şu mahlukat içinde hiçbir şey zayi olup yok olmuyor, sadece boyut değiştiriyorlar.
 
önceki emailler bu bloglarda
email olarak gelmesini isteyenler